6 Haziran 2010 Pazar

Fakir Yoktu Çünkü Denizte Balık Çoktu...

Fatma Nevvare Erçin

Bölüm I
"FAKİR YOKTU ÇÜNKÜ DENİZDE BALIK ÇOKTU"

1927 yılında İstanbul Beykoz’da doğar Fatma Nevvare Erçin. Çapa Kız Öğretmen Okulu’ndan sonra Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü’nden 1947 yılında mezun olur. Çocukluk hayallerini süsleyen öğretmenlik mesleğini, 1975 yılında emekli oluncaya kadar sürdürür. Anadolu’nun pek çok yerinde öğretmenlik yapar. Emekliye ayrılınca tekrar İstanbul’a yerleşir. Yaptığı iki evlilikten beş çocuğu olur Nevvare Hanım’ın...
“Annem yerde yatıyordu, çenesi bağlanmış, hiç unutmuyorum, ayak baş parmağı da bağlıydı herhalde. Uyandırmak istedim. Ama ‘Hayır, hayır öldü’ dediler. Ve ben uyanmayan annemin öldüğünü bilemeden ama bir şeylerin ters gittiğini de anlayarak ağlamaya başladım. Ağlaya ağlaya da uyumuşum." Veremden annesini kaybettiğinde henüz üç, dört yaşındadır Nevvare Erçin. Önce amcasının evinde kalır. Daha sonra iyi bir semtte yetişmesi için, Çengelköy’de yaşayan bir ailenin yanına evlatlık olarak verilir. Analığı ile yıldızı barışmayan Nevvare Erçin, babalığını çok sever. "Müşfik bir insandı. Eczacı ve kimyagerdi. Annem, kadı kızı olduğunu söylerdi, çok mutsuzdu, babam onu sevmediği için belki de. O da babama karşı haşindi. Adeta ona biraz çektirmek isteyen bir tavrı vardı ve ben bunu çok küçük yaşta hissederdim."

Evde Vakt-i Kerahet

On bir dönümlük ceviz ağaçları, incirler, asmalar bulunan ve kızılcığından ayvasına her çeşit meyvenin yetiştiği bu bağ evinde ilk oyunlarını oynar Nevvare Erçin. "Doktorculuk, öğretmenlik ve gazetelerden yapılmış, iplerle bağlanmış topla oynardık. Şoförlük gibi erkek oyunu oynadığım için de, ‘sen kızsın, ayıp’ diye beni biraz dizginlemek isterlerdi. Ağaçlara çıkardık, Tarzan olurduk. Tarzan o zaman çok modaydı, dergilerde görüyordum."
Rumlarla Türklerin gündelik yaşamlarındaki farklılıkları henüz ilkokul çağında olmasına karşın yakından gözlemler Nevvare Erçin: "Ellerine dantel alırlar, kapının önüne çıkarlardı. Biz de o açık kapılardan içeri bakardık. Özellikle yatak odaları bizim odalarımıza benzemezdi. Güzel şifonyerlerin üstünde kadınlara mahsus lavanta şişeleri, taraklar... Bizde bunlar hep dolaplara kapatılırdı. Onlar yataklarını her zaman gelin yatağı gibi süslerlerdi. Sonra onların her akşam süslenip püslenip piyasaya çıkmaları vardı. İskele meydanında toplanırlardı gençler, kızlar, erkekler. Bazen yan yana, bazen erkekler arkada, bir adım önde kızlar, gülüşerek, konuşarak Vaniköy’e kadar yürürler. Giyinmeleri, saçları filan öyle özenli olurdu ki, biz pencerelerden bakar, onlara imrenirdik."

Fısıldaşmalar…

Evdeki kadınların sohbetlerine kulak kabartır Nevvare Erçin. "Bizim evlerde sevgi ve cinsellik hep böyle gizli kapaklı anlatılırdı, rumuzlarla geçiştirilirdi. Yeme içme faslı bitince, işte evvela hizmetçilerden şikayet edilirdi. Sonra çocuklar… Ondan sonra işte varsa eğer kayınvalidenin yaptıkları anlatılır, derken iş cinselliğe gelir, karı-koca ile ilgili şeyler konuşulurdu. Gülünür mülünür falan filan kapatılırdı mevzu. Merak ederdik ne oluyor diye. Bir sürü kelimeden anlamlar çıkarmaya çalışırdık."
Gün bitip "baba"nın eve gelme saati yaklaşınca yemek hazırlığına başlanır. Vapura ayarlanır saatler. Kuzguncuk’tan göründü mü vapur, ocağın altı yakılır.
"Yemek düzenimiz babaların gelme saatine göre ayarlanırdı. Muhakkak aile hep bir arada olmak zorundaydı. Çocuklar bekletilir, kesinlikle baba gelmeden sofraya oturulmaz. Hizmetçi, uşaklara ayrı sofra kurulurdu. Baba başlardı yemeye, sofrada konuşulmazdı."
Gün bitip evlere çekilince İstanbullular, yalıların pencerelerine yansıyan Boğaz manzarası seyredilir: "Denizi güzelleştiren, herhalde sonbahar ayları olsa gerek. Lüfer akını olurdu ve bütün balıkçılar, denizin meraklısı rakısını kor, mezesini hazırlar, sandallara iki-üç arkadaş biner, iki tarafa lüks asılır ve muazzam bir balık avı yaşanırdı…"
Değişen yaşam biçimi nedeniyle bağ evinin bakımı sorun yaratır. "Hayvanlar külfet oluyordu. Bağ terk edildi, sonra da satıldı. Biz de devamlı aşağıda oturmaya başladık. Bu sefer Kandilli Kız Lisesi’ne yazıldım. Özellikle kız çocuklarının öğretmen olacakları fikri vardı. Koca ekmeğine muhtaç olmasın gibi sözler yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı. Çok yüksek not alırsam Çapa Kız Öğretmen Okulu’na girecektim."

Ravel Çalardı

Kandilli Kız Lisesi, Nevvare hanımın belleğinde derin izler bırakır: "Bende bıraktığı en derin iz Batı müziği. Herkese muhakkak piyano dersi verilirdi. Okulun büyük bir korusu vardı, ta aşağıya kadar inen ağaçlara hoparlörler konulmuştu. Öğlenleri çok uzun yemek tatilimiz vardı. Ağaçların dibine yerleşirdik. Ve başlardı Ravel çalmaya."
"Sen Çok İyi Bir Öğretmen Olacaksın" (Kutu)
"Çok güzel bir elbiseyle 23 Nisan 1933’te, o zamanın Maliye Müsteşarı Cezmi amcama, Ankara’ya gittim. Ankara Halk Evi’nde büyük bir çocuk müsameresi oldu. Biz bir locaya oturduk, Atatürk’ün locası da orta yerde, aşağıdan bakıyorlar. Herkeste bir heyecan, bir heyecan. ‘Atatürk geldi’ dediler, bir fısıltı herkes sustu. Atatürk’ü siyah-beyaz hatırlıyorum, demek ki fraklıydı. Yukardan çok hafif bir selam verdi, herkes ayağa kalktı. Döndüler, alkışladılar. Perde açıldı, ben dizimin iki-üç parmak altında bir elbiseyle oldukça memnunum. Sahneye öyle çocuklar çıktı ki, bir karış etekler giymişler, kabarık tüller, arkalarında kelebek kanatları, bir süs bir süs. Kendimi köylü ve çirkin hissettim. Ve ben hep onlara bakıyordum hayranlıkla. Neyse, ara verildi. Cezmi amcam beni aldı ve dışarı çıkardı. Atatürk de dışarı çıkmış, locasından. Benim aklım eteğimin boyunda, Atatürk duruyor karşımda. Cezmi dayım ‘Nevvare’ dedi, elini uzattı Atatürk, ben de elini sıktım. Herkes birden ‘öp, öp, öp’ diyordu. ‘Hayır’ dedi, ‘o en güzelini yaptı. Bildiği gibi yapsın Nevvare’ dedi. Ve ben hiç aldırmadım, çünkü ben küskünüm eteğim yüzünden. O anı pek yaşayamıyorum. Elini sıktıktan sonra ‘Söyle bakalım Nevvare, ne olmak istiyosun?’ dedi. ‘Öğretmen’ dedim, ‘Aferin Nevvare. Sen çok iyi bir öğretmen olacaksın ve istediğini yapacaksın’ dedi. Ve başımı şöyle birkaç kere okşadı. Tekrar elini uzattı, ben bu sefer öpmek istedim. ‘Hayır, bildiğin gibi davran. En güzeli bu’ dedi, ‘tokalaşmak güzel’. Ve tokalaştık Atatürk’le."

Beykoz Kundura Fabrikası
"Öz babam Saraç Osman ve Ali amcam Beykoz Kundura Fabrikası ustabaşlarıydı. Bulgaristan’dan, Vidin’den gelmişler. O yıllarda Beykoz’un en çok ekmek parası getiren işleri fabrika işçiliği ve balıkçılıktı. Annemin kardeşleri ise balıkçılık yaparlardı, dalyanları vardı. Denizin ortasında bir direğin üstüne tünemiş dayımı hatırlarım."

Çivit Mavisi

"Eskiden ‘dip köşe’ temizlik vardı. Tavandan başlanır, badanalar yapılırdı. Tahtaların sakız gibi olması için fasulye suları kaynatılır, sodalı sular yapılır, olmazsa çocuklara çiş ettirilip leke çıkarılırdı. İyi hatırlıyorum, çamaşırlar yıkandıktan sonra komşular birbirine yardım ederdi. Rumların özel bir temizleme usulü vardı. Küllü suyla çamaşırları temizlerlerdi. Bu harika bir beyazlık verir. Ondan sonra muhakkak çamaşırlar çivitlenir. Çivit, mavi bir renk verir çamaşıra, çivitlenmeyen çamaşırlar hiç makbul değildi. Ve kadınlar ekseri bu işleri bilip bilmemekle değerlendirilirdi."
"Haydar bey Müzika-i Humayun emeklisiydi. İki karısı vardı, karısının birisi dönmeydi. Dönme nedir biliyor musunuz? Din değiştirmiş Rumlar, çoğunlukla. Ve İsmet hanım olmuştu adı, hiçbir zaman istemezdi geçmişini karıştırmak ve başörtüsü, namazlığı, orucuyla tam bir Müslüman’dı. Fakat Haydar bey ondan çocuğu olmayınca, ud dersi vermeye gittiği bir evde, o evin kızı Hadiye hanıma aşık oluyor, onunla da evleniyor. Bu sefer iki eşli bir aile oluyorlar. O aile bağa gelirdi ve onlar gelince biz çok şenlenirdik. Bir kere hizmet edenler çoğalırdı. Yemekler hazırlanırdı. Babam flütünü çalardı, Hadiye hanım usûl tutardı. Güzel günlerdi..."

Saraylı Hanımlar Ve Tahsin Kaptan

"Çengelköy’de Vahdettin’in köşkü vardır. Bu köşkte oturan hanımlar gelirdi sahile, biz onlara ‘Saraylı hanımlar’ derdik. Saraylı hanımlar geceliklerini getirirler, beyaz, uzun kollu, robalı, ta aşağıya kadar, onu giyerler, denize oradan girerlerdi. Bir gün bu iki hanım yine denize girdi. Tahsin kaptan, Çengelköy’üne yanaşırken en çok sahile doğru gelen ve ustalıkla hiç çarpmadan yanaşan bir kaptandı. Sultan hanımları görünce belki de biraz daha yaklaştı. Biz de bağırdık; ‘Vapur geliyor, vapur geliyor’ diye. Sultan hanımlar hemen döndüler, denize inen merdivenin demirlerini tuttular. Fakat dalga geldi, onların geceliklerini aldı başlarına geçirdi ve içlerinde de hiçbir şey yokmuş. Çocuğuz biz, yerlere yatıyoruz gülmekten."


Bölüm II

Bir Öğretmenin Sürgün Anıları: HARİTADAKİ ZİKZAKLAR

Öğretmen olarak ilk tayinimin çıktığı, Şebinkarahisar’ın nerede olduğunu bilmiyordum. Haritayı açtım baktım. Karadan tren yok, yol var mı yok mu bilmiyoruz. Deniz yolunu seçtim. İlk eşim Zeynel İlhan ile birlikte İstanbul vapuruna bindik. Yer yok kamaralarda. Kaldık güvertede. Lazlar çoğunlukta, çünkü İstanbul’dan Hopa’ya kadar gidiyor vapur. Yataklar yapılmış yere. Fakat birden bire, Karadeniz açıklarında yağmur yağmaya başladı. Ambar kapağını açtılar kamarotlar ‘aşağı inin’ dediler, biz böyle dimdik merdivenden aşağı indik ambara. Kuyu gibi bir yer".

Kemençe Çalıp Horon Teptiler

İstanbul vapurunun ambarında kadın, çoluk çocuk günlerce sürer yolculuk. "İlk defa Anadolu kadınıyla karşılaşıyordum. ‘Hanım evli misin?’ diye sordular hemen. ‘Evliyim’ dedim, ooh evlilik üzerine bir sürü şakalar yaptılar. Ondan sonra kendi hikayelerini anlattılar. Güvertenin tam altındayız. Bir müddet sonra rap, rap, rap tuhaf bir ses başladı. Meğerse ellerinde kemençe, erkekler horon tepiyorlarmış güvertede. Hiç durmadan tam bir makine gibi, ben böyle enerji görmedim". Giresun Limanı’nda sona erer yolculukları. Nevvare hanım ilk maaşı yüz otuz dokuz lira çantasında, ilk görev yerine ulaşmaya kararlıdır: "Bir kamyon aradık çünkü otobüs yok, yollar gayet berbat, kamyonun şoför mahalline sıkıştık. Arkaya elbiselerimizi, bir kaç parça eşyayı attık. Şebinkarahisar’a doğru yola çıktık."

Yalnızlık Çöktü

Kamyondan iner inmez alelacele bir ev bulurlar. "Bir ev lazım bize, dul bir kadının evi var, bir odasını kiraladık. Hemen ben odaya girdim lamba getirdiler, yıllar önce İstanbul’da ‘33’lerde, lükse bakıyorduk lamba yakıyorduk. İçime bir gariplik ve hüzün çöktü. Perdeleri taktık, bir kerevet, bir küçük masa... Ev sahibim koltuk değneği ile gezen, çok güzel bir kadındı. Bana çok yardımcı oldu."

50 Komünist Öğretmen

Aradan geçen zaman içinde Şebinkarahisar’daki yaşama alışır Nevvare hanım. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle milli eğitim bakanı, Tevfik İleri olur: "Öğretmenler arasındaki komünistleri ayıklayan ilk Maarif vekilidir Tevfik İleri. Eşimi bu arada Bitlis'e verdiler. Askerlik yıllarındaki Rus kız arkadaşı ve yazdığı hikayeler nedeniyle sicili hayli kabarık olan Zeynel’in Bitlis’te suçları artmış. Mayıs ayıydı. Hiç unutmuyorum, hoparlörler vardı Şebinkarahisar’ın yukarısında. Cami ve belediye oradan şehre neşriyat yaparlar, bazen de radyoyu bağlarlardı. Radyo, 50 komünist öğretmenin açığa alındığını açıkladı. Zeynel İlhan adını da okudu! Şaşırdık kaldık. Çünkü o sıralar komünistlik, ah ne diyeyim, tehlikeli, dokunsanız belki mikrop kapacak kadar ürperten bir durumdu. Üstelik Zeynel’in komünistliği Milli Eğitim Bakanlığı’nca tescil edilmişti. Ve altı ay dayanabildi. Açığa alındı. Açığa alınınca yarı maaş alıyorsunuz. Altı ay sonra o maaşı da kesildi. O zaman itiraz hakkı falan yok."

"Görülen Lüzum Üzerine..."

Kendi deyimiyle "muhalefet edecek çok konu vardı, bu duruma katlanmak zordu" diyerek her zeminde görüşlerini dile getirir Nevvare Hanım. "Benim sınıfta yaptığım konuşmalar evlerde değiştiriliyor, dalga dalga yayılıyordu. Sözlerim ‘komünizm aşılıyor’ haline dönüşüyordu.‘Görülen lüzum üzerine’ Ürgüp’e tayinimi çıkardılar. Bu arada eşimin cezaevine düşmesi üzerine anladım ki, politika denilen şey çok ciddi. Yıllar sonra haritada bakıyorum da zikzaklar çizmişim. Ürgüp’e gittiğim zaman, komünistle evli çocuklu bir kadın olarak, benden önce havadisim Jandarma Komutanı’na gitmişti. Komutan, ‘ben sen gelmeden önce biliyordum hoca hanım, gel ayrıl, boşan kurtul eşinden, bu lekeyi taşıma’ dedi". Çevreden gelen baskı ve yaşadığı zor günler sonunda eşine boşanma kararını açıklayan bir mektup yazmaya karar verir Nevvare hanım. "Hemen boşandık. Ben gitmedim bile. Boşandığımız gün geçmemiş kaydıma. Birinci evliliğim var, boşanmamız yok, İlhan soyadının silindiğine dair bir kayıt düşülmemiş."

Ürgüp’ü sever Nevvare hanım. "Ürgüplüler topluca yaşamayı, gezmeyi severler. Orada da tıpkı İstanbul’daki gibi bir bolluk vardı." Bir süre sonra ikinci evliliğini yine bir meslektaşıyla, Fransızca öğretmeni Şevket bey ile yapar ve kısa bir süre sonra yeni tayin yeri Artvin’e doğru yola çıkarlar.

Çar’ın Yazlığı: Artvin
"1955 yılıydı…Artvin’e eşimle beraber gittik. İki çocuğumu orada doğurdum. Artvin ve insanı çok değişiktir. Ruslar gelmiş vaktiyle kalmışlar. Çarın yazlığıymış orası. O kadar dürüst, tok gözlü insanlardı ki ilk defa orada kilit denilen şeyi kaldırdık, anahtar yok, kapımız açık gece gündüz. Korku yok. Kadın erkek eşitliğini gördüm orada. Kiraladığımız ev Ruslardan kalmaydı. Oradaki okulumuz da çok enteresandı, ahşaptı, yerler mazotlanmıştı, gayet güzel hiç toz tutmazdı ve sınıfın her köşesinde ‘beç’ denilen, yarısı duvarın içinde, yuvarlak sobalar vardı. Bunlar hep Ruslardan kalma alışkanlıklar. Oradaki kişilerin çoğu akordeon çalarlardı."

Altmış Kişilik Sınıflar

Nevvare Erçin’in Artvin’de, liseye çıkar tayini. Branşında öğretmenlik yapabildiği için çok mutlu olur. "Öğrencilerim harikaydı, hepsi yetişkindi. Altmış kişilik sınıfta çıt çıkmadan ağzımdan ne çıkacak dinlerler, not ederlerdi. Kılık, kıyafetlerine özenirlerdi. İstanbul’da giydiremediğimiz şapkaları ses çıkarmadan giyerlerdi. Koskoca çocuklar, küçücük sıralarda yan yana otururlardı. Gerçekten okumaya son derece saygı duyan, aydın, dürüst insanlardı Artvinliler."
Bu arada hayatındaki her şey, konuştukları, okudukları her şey soruşturmalara konu olur Nevvare hanımın. Başka bir ile sürülür 1957 yılında. Eşyalarını toparlayıp Artvin’den Urfa’ya doğru yola çıkarlar ailece.

Otobüs Buğdayla Çalışır mı?

"Hiç unutmam Erzurum Subaşı’nda otobüs tarlaların ortasında durdu. Bir çocuk bir demet buğday kopardı. Ben onu seyrediyorum, otobüse doğru koştu, geldi otobüsün lambalarına elindekileri sürmeye başladı. Şoför dedi ki ‘yemez ulan yemez onu, bu benzinle işler’. Şimdi bakın 1957’de Erzurumlu bir çocuk öküzü ne yerse otobüsün de onu yediğini düşünüyordu. Şaşırdım ve çok üzüldüm. Ne kadar geri kalmıştı her şey" Yolculuk sonunda Urfa’ya varırlar. Sürgün geldiği Urfa’da hayat zor geçer Nevvare hanım için. Saldırıya uğrar bir akşam üstü: "Akşam üstü erken böyle, hava birden bire karardı. Okulla ev arası çok tenha ve zaten duvar diplerinden gidiyoruz. İki kişi geldi arkamdan şöyle, enseme odunla vurdular karalıkta." Nevvare hanımın ısrarıyla valilik kanalıyla suçlular yakalanır ama soruşturma sonuçlanmaz. Nevvare öğretmen tedirginlik içinde üç-dört yıl geçirir Urfa’da.

İhtilal Hazırlıkları Var

"Ve o sıralarda zannedersem ihtilal hazırlığı başlamış ama biz Urfa’da radyo dinleyemiyorduk. Ancak jandarmadan haber alıyorduk. Harbiyeliler yürümüşler. Ankara’da o sıralar 555K hareketleri vardı işte. Türkiye’nin önü açılıyor gibi yuvarlak laflar. Ve gerçekten ihtilal oldu. Milli eğitim bakanı değişti, geçici hükümet kuruldu, Milli Birlik Hükümeti dendi o sırada. Bize bir tayin emri geldi; eşim İzmir’e ben Nazilli’ye gidecektik."

"Cennete mi Geldik?"

"Bu nasıl tayin yani bir karı kocayı ayırmak? Neyse bizim kararnamelerimiz zor bela Nazilli’ye çıktı. Ve biz Nazilli’ye gittiğimiz zaman cennete mi girdik, anlayamadım. Çok beğendim, insanlarını, şehri... O kadar candan karşıladılar ki... İnsanlar modern, kadınlar rahat, İstanbul gibiydi her şey. Uzun süre Rumlar yaşamış, dolayısıyla bir Avrupalılık gelmişti." Nazilli yıllarını büyük bir mutlulukla anımsıyor Nevvare hanım.
O yıllarda her kesimde ortaya çıkan örgütlenme isteği öğretmenler arasında da yankısını bulur. Öğretmenler sendikal bir yapılanma etrafında TÖS’te (Türkiye Öğretmenler Sendikası) örgütlenirler. Bu arada Nevvare hanımın Edirne’ye tayini çıkar.

TÖS ve TÖB-DER Yılları

"Edirne’ye gittiğimin onuncu günüydü, Federasyon, TÖS’e çevrilmişti. TÖS’de seçimler var o sırada. Tahtaya ‘kim aday olur’ diye yazılıyor. Eşim dedi ki ‘sen de yazdır ismini’. ‘Yok ben istemem, ben yapamam’ dedim, ‘yaparsın’ dedi. TÖS’ün ne olduğunu da bilmiyorum. Kaldırdım elimi. Bayıldılar, hemen ismimi yazdılar ve bayan olduğum için hemen beni başkan seçtiler."
Marks, Engels Ve Lenin

TÖS il temsilcileri Ankara’ya çağrılır. "Genel Kurul yapılacak, bütün illerden gelenler hem tanışacak hem de programı, tüzüğü inceleyeceklerdi. 1966 yılı yaz ayıydı. Fakir Baykurt, Köy Enstitüsü kökenliydi ve sendikanın başkanıydı. Bindik trene. Pulman koltukta herkes, kendi grubunu kurmuş hararetle okudukları kitapların satırlarını çiziyorlardı. Ben tek kaldım, elimde bir roman onu okuyorum. Kime kulak kabartsam politika yapıyor, hiç kimse öğretmenlerin özgül haklarına ilişkin tek bir laf etmiyordu. Hep böyle; Leninler, Markslar, Engelsler… kim ne demiş? Bana dönüp ‘hangi zamanda kaldın?’ diyorlardı."
12 Mart askeri darbesi sonrasında hakkında dava açılan TÖS kapanır ve mirasını Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) devralır. "Türkiye sözünü kullanamazsınız dediler, Sendikayı da kullanamazsınız. Biz de TÖB yaptık adını: Tüm Öğretmenler Birliği. Yeni bir oluşumdu ama yine fikir zikir aynıydı. Bu sefer ilkokul öğretmenleriyle ortaokul öğretmenleri ayrımı başladı."

1970 Yılı, Devrek’e Sürgün

Edirne’deki evine yapılan polis baskını sonunda yine sürgüne gönderilir Nevvare hanım: "Polisler evde seni bekliyorlar dedi komşular. Gerçekten yedi-sekiz polis böyle bahçe kapısının önünde duruyorlardı. Bahçenin içinde herkes konu komşu ne oluyor şeklinde bakıyorlardı. Müthiş bir baskın. Girdim içeri, ‘bizimle birlikte geleceksiniz’ dediler beni arabaya bindirdiler, ‘ya çocuklarım’ dedim... Emniyete gittik. İyi polis, kötü polis meselesini orada öğrendim. Odaya biri geliyor, gayet sert, ‘Yakarız, yıkarız, mahvederiz’ diyerek tehdit ediyordu. Öbürü ‘hocam ben de hak veriyorum size lütfen konuşun’ diyordu... Biz o gece orada alıkonduk. Çocuklarımı yollamak istediler, çocuklar gitmedi. Bu sefer beni Devrek’e tek başıma tayin ettiler. İstifa eder artık bırakır bu işleri diye düşündüler sanırım. Ben de giderim dedim. Çünkü eşim biz bakarız birbirimize dedi. Devrek’e geldim. Hiç unutmam, Devrek Lisesi’nde ilk derse girdiğimde, ‘Ben sürgün bir öğretmenim çocuklar’ dedim. ‘Sürgün ne demek?’ diye sordular. ‘Sürgün demek idareye karşı koyan, kendi bildiğini, doğruyu söyleyendir’ diyerek durumumu anlatmaya çalıştım. Ben orada aldığım bütün cezaları unuttum ve Devrek’ten ‘gitme hocam’ feryatlarıyla uğurlandım."
Bir yıl içinde Çanakkale/Biga ve tekrar Edirne’ye tayini çıkan Nevvare Erçin 1975 yılında emekli olmaya karar verir: "Erken emekli olup, İstanbul’da İstanbullu gibi yaşamayı istedim. Toplantılar, seminerler, kültür faaliyetleri oldukça iyiydi. Emekli maaşımı maalesef tefeciye kaptırdım. Para işinden anlamıyorum. Ve bu eve işte ilk defa gelişim 1975. O yıldan beri İstanbul’dayım."

Tarlaların Hepsi Birleşse

"Şebinkarahisar’da bir, iki aile vardı, onun dışındakiler İstanbul’a gitmişlerdi. Fakirdi halk. Dut, madımak kuruturlar, yufka yaparlardı. Öyle kasap masap da yoktu manav da. Isıtma derseniz çoğu evlerde tezek yakılırdı. Eşim gitti bir süre sonra. Yalnız kaldım. Hep tetikteyim, her an bir kötü söz işitme, penceremin taşlanması, önümün kesilmesi gibi tehlikelerden korkuyorum, çok gençtim." Bu yıllarda hem eşi Zeynel Bey’in sicilindeki iddialar hem de sınıfta öğrencilerine anlattıkları nedeniyle sık sık teftiş geçirir Nevvare hanım. "Milli Eğitim’den mütemadiyen müfettiş gelirdi, dersime giriyorlardı. Bir şey yakalamak için. Ben de orada gayet saf gibi çocuklar diyordum, mesela şu tarlaların hepsi birleşse, bütün olsa, bakın ne kadar bölünmüş. Bir traktör girse, ürün artsa, o ürün bölüşülse."

Saray Cezaevi

"Kitaplarım ikinci defa alındı. Kitaplarımı almak istedim, yani suçum yoksa geri verilsin diye. Orada hakime hakaretten ufak bir sorun çıktı. Bana da bir ay ceza verdiler. O zaman deniz kenarına gidiyorduk, Tekirdağ’a. Oradan pike, çarşaf aldık. Hapishane malzemesi düzdük, çocuklara ‘İstanbul’a gidiyorum’ dedim, onlardan gizledik. Onlar denize girip çıkarken ben hapishaneye gittim, on beş gün Saray Cezaevi’nde kaldım. Ve o zaman işte, ilk defa ‘öğretmen gelmiş, neden gelmiş?’, ‘solcuymuş’ gibi, yani pek nefretle değil merak ve iyi niyetle, savcı geldi, ‘rahat mısınız hocam, bir istediğiniz var mı?’ diye sordu. Cinayetten yatan dokuz kadın vardı koğuşta. Ben orada dostluğun, iyiliğin çok değişik olduğunu, hapishanedekilerin gösterdiği sevgi ile yaşadım. İyi ki hapse düştüm dedirtecek insanlardı oradakiler."

Görüşmeyi Gerçekleştiren: Hakan Koçak
Görüntü Kaydı: Tamer Üstel
Deşifre, Redaksiyon: Sevil Üzrek
Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli