6 Haziran 2010 Pazar

Fakir Yoktu Çünkü Denizte Balık Çoktu...

Fatma Nevvare Erçin

Bölüm I
"FAKİR YOKTU ÇÜNKÜ DENİZDE BALIK ÇOKTU"

1927 yılında İstanbul Beykoz’da doğar Fatma Nevvare Erçin. Çapa Kız Öğretmen Okulu’ndan sonra Ankara Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü’nden 1947 yılında mezun olur. Çocukluk hayallerini süsleyen öğretmenlik mesleğini, 1975 yılında emekli oluncaya kadar sürdürür. Anadolu’nun pek çok yerinde öğretmenlik yapar. Emekliye ayrılınca tekrar İstanbul’a yerleşir. Yaptığı iki evlilikten beş çocuğu olur Nevvare Hanım’ın...
“Annem yerde yatıyordu, çenesi bağlanmış, hiç unutmuyorum, ayak baş parmağı da bağlıydı herhalde. Uyandırmak istedim. Ama ‘Hayır, hayır öldü’ dediler. Ve ben uyanmayan annemin öldüğünü bilemeden ama bir şeylerin ters gittiğini de anlayarak ağlamaya başladım. Ağlaya ağlaya da uyumuşum." Veremden annesini kaybettiğinde henüz üç, dört yaşındadır Nevvare Erçin. Önce amcasının evinde kalır. Daha sonra iyi bir semtte yetişmesi için, Çengelköy’de yaşayan bir ailenin yanına evlatlık olarak verilir. Analığı ile yıldızı barışmayan Nevvare Erçin, babalığını çok sever. "Müşfik bir insandı. Eczacı ve kimyagerdi. Annem, kadı kızı olduğunu söylerdi, çok mutsuzdu, babam onu sevmediği için belki de. O da babama karşı haşindi. Adeta ona biraz çektirmek isteyen bir tavrı vardı ve ben bunu çok küçük yaşta hissederdim."

Evde Vakt-i Kerahet

On bir dönümlük ceviz ağaçları, incirler, asmalar bulunan ve kızılcığından ayvasına her çeşit meyvenin yetiştiği bu bağ evinde ilk oyunlarını oynar Nevvare Erçin. "Doktorculuk, öğretmenlik ve gazetelerden yapılmış, iplerle bağlanmış topla oynardık. Şoförlük gibi erkek oyunu oynadığım için de, ‘sen kızsın, ayıp’ diye beni biraz dizginlemek isterlerdi. Ağaçlara çıkardık, Tarzan olurduk. Tarzan o zaman çok modaydı, dergilerde görüyordum."
Rumlarla Türklerin gündelik yaşamlarındaki farklılıkları henüz ilkokul çağında olmasına karşın yakından gözlemler Nevvare Erçin: "Ellerine dantel alırlar, kapının önüne çıkarlardı. Biz de o açık kapılardan içeri bakardık. Özellikle yatak odaları bizim odalarımıza benzemezdi. Güzel şifonyerlerin üstünde kadınlara mahsus lavanta şişeleri, taraklar... Bizde bunlar hep dolaplara kapatılırdı. Onlar yataklarını her zaman gelin yatağı gibi süslerlerdi. Sonra onların her akşam süslenip püslenip piyasaya çıkmaları vardı. İskele meydanında toplanırlardı gençler, kızlar, erkekler. Bazen yan yana, bazen erkekler arkada, bir adım önde kızlar, gülüşerek, konuşarak Vaniköy’e kadar yürürler. Giyinmeleri, saçları filan öyle özenli olurdu ki, biz pencerelerden bakar, onlara imrenirdik."

Fısıldaşmalar…

Evdeki kadınların sohbetlerine kulak kabartır Nevvare Erçin. "Bizim evlerde sevgi ve cinsellik hep böyle gizli kapaklı anlatılırdı, rumuzlarla geçiştirilirdi. Yeme içme faslı bitince, işte evvela hizmetçilerden şikayet edilirdi. Sonra çocuklar… Ondan sonra işte varsa eğer kayınvalidenin yaptıkları anlatılır, derken iş cinselliğe gelir, karı-koca ile ilgili şeyler konuşulurdu. Gülünür mülünür falan filan kapatılırdı mevzu. Merak ederdik ne oluyor diye. Bir sürü kelimeden anlamlar çıkarmaya çalışırdık."
Gün bitip "baba"nın eve gelme saati yaklaşınca yemek hazırlığına başlanır. Vapura ayarlanır saatler. Kuzguncuk’tan göründü mü vapur, ocağın altı yakılır.
"Yemek düzenimiz babaların gelme saatine göre ayarlanırdı. Muhakkak aile hep bir arada olmak zorundaydı. Çocuklar bekletilir, kesinlikle baba gelmeden sofraya oturulmaz. Hizmetçi, uşaklara ayrı sofra kurulurdu. Baba başlardı yemeye, sofrada konuşulmazdı."
Gün bitip evlere çekilince İstanbullular, yalıların pencerelerine yansıyan Boğaz manzarası seyredilir: "Denizi güzelleştiren, herhalde sonbahar ayları olsa gerek. Lüfer akını olurdu ve bütün balıkçılar, denizin meraklısı rakısını kor, mezesini hazırlar, sandallara iki-üç arkadaş biner, iki tarafa lüks asılır ve muazzam bir balık avı yaşanırdı…"
Değişen yaşam biçimi nedeniyle bağ evinin bakımı sorun yaratır. "Hayvanlar külfet oluyordu. Bağ terk edildi, sonra da satıldı. Biz de devamlı aşağıda oturmaya başladık. Bu sefer Kandilli Kız Lisesi’ne yazıldım. Özellikle kız çocuklarının öğretmen olacakları fikri vardı. Koca ekmeğine muhtaç olmasın gibi sözler yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı. Çok yüksek not alırsam Çapa Kız Öğretmen Okulu’na girecektim."

Ravel Çalardı

Kandilli Kız Lisesi, Nevvare hanımın belleğinde derin izler bırakır: "Bende bıraktığı en derin iz Batı müziği. Herkese muhakkak piyano dersi verilirdi. Okulun büyük bir korusu vardı, ta aşağıya kadar inen ağaçlara hoparlörler konulmuştu. Öğlenleri çok uzun yemek tatilimiz vardı. Ağaçların dibine yerleşirdik. Ve başlardı Ravel çalmaya."
"Sen Çok İyi Bir Öğretmen Olacaksın" (Kutu)
"Çok güzel bir elbiseyle 23 Nisan 1933’te, o zamanın Maliye Müsteşarı Cezmi amcama, Ankara’ya gittim. Ankara Halk Evi’nde büyük bir çocuk müsameresi oldu. Biz bir locaya oturduk, Atatürk’ün locası da orta yerde, aşağıdan bakıyorlar. Herkeste bir heyecan, bir heyecan. ‘Atatürk geldi’ dediler, bir fısıltı herkes sustu. Atatürk’ü siyah-beyaz hatırlıyorum, demek ki fraklıydı. Yukardan çok hafif bir selam verdi, herkes ayağa kalktı. Döndüler, alkışladılar. Perde açıldı, ben dizimin iki-üç parmak altında bir elbiseyle oldukça memnunum. Sahneye öyle çocuklar çıktı ki, bir karış etekler giymişler, kabarık tüller, arkalarında kelebek kanatları, bir süs bir süs. Kendimi köylü ve çirkin hissettim. Ve ben hep onlara bakıyordum hayranlıkla. Neyse, ara verildi. Cezmi amcam beni aldı ve dışarı çıkardı. Atatürk de dışarı çıkmış, locasından. Benim aklım eteğimin boyunda, Atatürk duruyor karşımda. Cezmi dayım ‘Nevvare’ dedi, elini uzattı Atatürk, ben de elini sıktım. Herkes birden ‘öp, öp, öp’ diyordu. ‘Hayır’ dedi, ‘o en güzelini yaptı. Bildiği gibi yapsın Nevvare’ dedi. Ve ben hiç aldırmadım, çünkü ben küskünüm eteğim yüzünden. O anı pek yaşayamıyorum. Elini sıktıktan sonra ‘Söyle bakalım Nevvare, ne olmak istiyosun?’ dedi. ‘Öğretmen’ dedim, ‘Aferin Nevvare. Sen çok iyi bir öğretmen olacaksın ve istediğini yapacaksın’ dedi. Ve başımı şöyle birkaç kere okşadı. Tekrar elini uzattı, ben bu sefer öpmek istedim. ‘Hayır, bildiğin gibi davran. En güzeli bu’ dedi, ‘tokalaşmak güzel’. Ve tokalaştık Atatürk’le."

Beykoz Kundura Fabrikası
"Öz babam Saraç Osman ve Ali amcam Beykoz Kundura Fabrikası ustabaşlarıydı. Bulgaristan’dan, Vidin’den gelmişler. O yıllarda Beykoz’un en çok ekmek parası getiren işleri fabrika işçiliği ve balıkçılıktı. Annemin kardeşleri ise balıkçılık yaparlardı, dalyanları vardı. Denizin ortasında bir direğin üstüne tünemiş dayımı hatırlarım."

Çivit Mavisi

"Eskiden ‘dip köşe’ temizlik vardı. Tavandan başlanır, badanalar yapılırdı. Tahtaların sakız gibi olması için fasulye suları kaynatılır, sodalı sular yapılır, olmazsa çocuklara çiş ettirilip leke çıkarılırdı. İyi hatırlıyorum, çamaşırlar yıkandıktan sonra komşular birbirine yardım ederdi. Rumların özel bir temizleme usulü vardı. Küllü suyla çamaşırları temizlerlerdi. Bu harika bir beyazlık verir. Ondan sonra muhakkak çamaşırlar çivitlenir. Çivit, mavi bir renk verir çamaşıra, çivitlenmeyen çamaşırlar hiç makbul değildi. Ve kadınlar ekseri bu işleri bilip bilmemekle değerlendirilirdi."
"Haydar bey Müzika-i Humayun emeklisiydi. İki karısı vardı, karısının birisi dönmeydi. Dönme nedir biliyor musunuz? Din değiştirmiş Rumlar, çoğunlukla. Ve İsmet hanım olmuştu adı, hiçbir zaman istemezdi geçmişini karıştırmak ve başörtüsü, namazlığı, orucuyla tam bir Müslüman’dı. Fakat Haydar bey ondan çocuğu olmayınca, ud dersi vermeye gittiği bir evde, o evin kızı Hadiye hanıma aşık oluyor, onunla da evleniyor. Bu sefer iki eşli bir aile oluyorlar. O aile bağa gelirdi ve onlar gelince biz çok şenlenirdik. Bir kere hizmet edenler çoğalırdı. Yemekler hazırlanırdı. Babam flütünü çalardı, Hadiye hanım usûl tutardı. Güzel günlerdi..."

Saraylı Hanımlar Ve Tahsin Kaptan

"Çengelköy’de Vahdettin’in köşkü vardır. Bu köşkte oturan hanımlar gelirdi sahile, biz onlara ‘Saraylı hanımlar’ derdik. Saraylı hanımlar geceliklerini getirirler, beyaz, uzun kollu, robalı, ta aşağıya kadar, onu giyerler, denize oradan girerlerdi. Bir gün bu iki hanım yine denize girdi. Tahsin kaptan, Çengelköy’üne yanaşırken en çok sahile doğru gelen ve ustalıkla hiç çarpmadan yanaşan bir kaptandı. Sultan hanımları görünce belki de biraz daha yaklaştı. Biz de bağırdık; ‘Vapur geliyor, vapur geliyor’ diye. Sultan hanımlar hemen döndüler, denize inen merdivenin demirlerini tuttular. Fakat dalga geldi, onların geceliklerini aldı başlarına geçirdi ve içlerinde de hiçbir şey yokmuş. Çocuğuz biz, yerlere yatıyoruz gülmekten."


Bölüm II

Bir Öğretmenin Sürgün Anıları: HARİTADAKİ ZİKZAKLAR

Öğretmen olarak ilk tayinimin çıktığı, Şebinkarahisar’ın nerede olduğunu bilmiyordum. Haritayı açtım baktım. Karadan tren yok, yol var mı yok mu bilmiyoruz. Deniz yolunu seçtim. İlk eşim Zeynel İlhan ile birlikte İstanbul vapuruna bindik. Yer yok kamaralarda. Kaldık güvertede. Lazlar çoğunlukta, çünkü İstanbul’dan Hopa’ya kadar gidiyor vapur. Yataklar yapılmış yere. Fakat birden bire, Karadeniz açıklarında yağmur yağmaya başladı. Ambar kapağını açtılar kamarotlar ‘aşağı inin’ dediler, biz böyle dimdik merdivenden aşağı indik ambara. Kuyu gibi bir yer".

Kemençe Çalıp Horon Teptiler

İstanbul vapurunun ambarında kadın, çoluk çocuk günlerce sürer yolculuk. "İlk defa Anadolu kadınıyla karşılaşıyordum. ‘Hanım evli misin?’ diye sordular hemen. ‘Evliyim’ dedim, ooh evlilik üzerine bir sürü şakalar yaptılar. Ondan sonra kendi hikayelerini anlattılar. Güvertenin tam altındayız. Bir müddet sonra rap, rap, rap tuhaf bir ses başladı. Meğerse ellerinde kemençe, erkekler horon tepiyorlarmış güvertede. Hiç durmadan tam bir makine gibi, ben böyle enerji görmedim". Giresun Limanı’nda sona erer yolculukları. Nevvare hanım ilk maaşı yüz otuz dokuz lira çantasında, ilk görev yerine ulaşmaya kararlıdır: "Bir kamyon aradık çünkü otobüs yok, yollar gayet berbat, kamyonun şoför mahalline sıkıştık. Arkaya elbiselerimizi, bir kaç parça eşyayı attık. Şebinkarahisar’a doğru yola çıktık."

Yalnızlık Çöktü

Kamyondan iner inmez alelacele bir ev bulurlar. "Bir ev lazım bize, dul bir kadının evi var, bir odasını kiraladık. Hemen ben odaya girdim lamba getirdiler, yıllar önce İstanbul’da ‘33’lerde, lükse bakıyorduk lamba yakıyorduk. İçime bir gariplik ve hüzün çöktü. Perdeleri taktık, bir kerevet, bir küçük masa... Ev sahibim koltuk değneği ile gezen, çok güzel bir kadındı. Bana çok yardımcı oldu."

50 Komünist Öğretmen

Aradan geçen zaman içinde Şebinkarahisar’daki yaşama alışır Nevvare hanım. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle milli eğitim bakanı, Tevfik İleri olur: "Öğretmenler arasındaki komünistleri ayıklayan ilk Maarif vekilidir Tevfik İleri. Eşimi bu arada Bitlis'e verdiler. Askerlik yıllarındaki Rus kız arkadaşı ve yazdığı hikayeler nedeniyle sicili hayli kabarık olan Zeynel’in Bitlis’te suçları artmış. Mayıs ayıydı. Hiç unutmuyorum, hoparlörler vardı Şebinkarahisar’ın yukarısında. Cami ve belediye oradan şehre neşriyat yaparlar, bazen de radyoyu bağlarlardı. Radyo, 50 komünist öğretmenin açığa alındığını açıkladı. Zeynel İlhan adını da okudu! Şaşırdık kaldık. Çünkü o sıralar komünistlik, ah ne diyeyim, tehlikeli, dokunsanız belki mikrop kapacak kadar ürperten bir durumdu. Üstelik Zeynel’in komünistliği Milli Eğitim Bakanlığı’nca tescil edilmişti. Ve altı ay dayanabildi. Açığa alındı. Açığa alınınca yarı maaş alıyorsunuz. Altı ay sonra o maaşı da kesildi. O zaman itiraz hakkı falan yok."

"Görülen Lüzum Üzerine..."

Kendi deyimiyle "muhalefet edecek çok konu vardı, bu duruma katlanmak zordu" diyerek her zeminde görüşlerini dile getirir Nevvare Hanım. "Benim sınıfta yaptığım konuşmalar evlerde değiştiriliyor, dalga dalga yayılıyordu. Sözlerim ‘komünizm aşılıyor’ haline dönüşüyordu.‘Görülen lüzum üzerine’ Ürgüp’e tayinimi çıkardılar. Bu arada eşimin cezaevine düşmesi üzerine anladım ki, politika denilen şey çok ciddi. Yıllar sonra haritada bakıyorum da zikzaklar çizmişim. Ürgüp’e gittiğim zaman, komünistle evli çocuklu bir kadın olarak, benden önce havadisim Jandarma Komutanı’na gitmişti. Komutan, ‘ben sen gelmeden önce biliyordum hoca hanım, gel ayrıl, boşan kurtul eşinden, bu lekeyi taşıma’ dedi". Çevreden gelen baskı ve yaşadığı zor günler sonunda eşine boşanma kararını açıklayan bir mektup yazmaya karar verir Nevvare hanım. "Hemen boşandık. Ben gitmedim bile. Boşandığımız gün geçmemiş kaydıma. Birinci evliliğim var, boşanmamız yok, İlhan soyadının silindiğine dair bir kayıt düşülmemiş."

Ürgüp’ü sever Nevvare hanım. "Ürgüplüler topluca yaşamayı, gezmeyi severler. Orada da tıpkı İstanbul’daki gibi bir bolluk vardı." Bir süre sonra ikinci evliliğini yine bir meslektaşıyla, Fransızca öğretmeni Şevket bey ile yapar ve kısa bir süre sonra yeni tayin yeri Artvin’e doğru yola çıkarlar.

Çar’ın Yazlığı: Artvin
"1955 yılıydı…Artvin’e eşimle beraber gittik. İki çocuğumu orada doğurdum. Artvin ve insanı çok değişiktir. Ruslar gelmiş vaktiyle kalmışlar. Çarın yazlığıymış orası. O kadar dürüst, tok gözlü insanlardı ki ilk defa orada kilit denilen şeyi kaldırdık, anahtar yok, kapımız açık gece gündüz. Korku yok. Kadın erkek eşitliğini gördüm orada. Kiraladığımız ev Ruslardan kalmaydı. Oradaki okulumuz da çok enteresandı, ahşaptı, yerler mazotlanmıştı, gayet güzel hiç toz tutmazdı ve sınıfın her köşesinde ‘beç’ denilen, yarısı duvarın içinde, yuvarlak sobalar vardı. Bunlar hep Ruslardan kalma alışkanlıklar. Oradaki kişilerin çoğu akordeon çalarlardı."

Altmış Kişilik Sınıflar

Nevvare Erçin’in Artvin’de, liseye çıkar tayini. Branşında öğretmenlik yapabildiği için çok mutlu olur. "Öğrencilerim harikaydı, hepsi yetişkindi. Altmış kişilik sınıfta çıt çıkmadan ağzımdan ne çıkacak dinlerler, not ederlerdi. Kılık, kıyafetlerine özenirlerdi. İstanbul’da giydiremediğimiz şapkaları ses çıkarmadan giyerlerdi. Koskoca çocuklar, küçücük sıralarda yan yana otururlardı. Gerçekten okumaya son derece saygı duyan, aydın, dürüst insanlardı Artvinliler."
Bu arada hayatındaki her şey, konuştukları, okudukları her şey soruşturmalara konu olur Nevvare hanımın. Başka bir ile sürülür 1957 yılında. Eşyalarını toparlayıp Artvin’den Urfa’ya doğru yola çıkarlar ailece.

Otobüs Buğdayla Çalışır mı?

"Hiç unutmam Erzurum Subaşı’nda otobüs tarlaların ortasında durdu. Bir çocuk bir demet buğday kopardı. Ben onu seyrediyorum, otobüse doğru koştu, geldi otobüsün lambalarına elindekileri sürmeye başladı. Şoför dedi ki ‘yemez ulan yemez onu, bu benzinle işler’. Şimdi bakın 1957’de Erzurumlu bir çocuk öküzü ne yerse otobüsün de onu yediğini düşünüyordu. Şaşırdım ve çok üzüldüm. Ne kadar geri kalmıştı her şey" Yolculuk sonunda Urfa’ya varırlar. Sürgün geldiği Urfa’da hayat zor geçer Nevvare hanım için. Saldırıya uğrar bir akşam üstü: "Akşam üstü erken böyle, hava birden bire karardı. Okulla ev arası çok tenha ve zaten duvar diplerinden gidiyoruz. İki kişi geldi arkamdan şöyle, enseme odunla vurdular karalıkta." Nevvare hanımın ısrarıyla valilik kanalıyla suçlular yakalanır ama soruşturma sonuçlanmaz. Nevvare öğretmen tedirginlik içinde üç-dört yıl geçirir Urfa’da.

İhtilal Hazırlıkları Var

"Ve o sıralarda zannedersem ihtilal hazırlığı başlamış ama biz Urfa’da radyo dinleyemiyorduk. Ancak jandarmadan haber alıyorduk. Harbiyeliler yürümüşler. Ankara’da o sıralar 555K hareketleri vardı işte. Türkiye’nin önü açılıyor gibi yuvarlak laflar. Ve gerçekten ihtilal oldu. Milli eğitim bakanı değişti, geçici hükümet kuruldu, Milli Birlik Hükümeti dendi o sırada. Bize bir tayin emri geldi; eşim İzmir’e ben Nazilli’ye gidecektik."

"Cennete mi Geldik?"

"Bu nasıl tayin yani bir karı kocayı ayırmak? Neyse bizim kararnamelerimiz zor bela Nazilli’ye çıktı. Ve biz Nazilli’ye gittiğimiz zaman cennete mi girdik, anlayamadım. Çok beğendim, insanlarını, şehri... O kadar candan karşıladılar ki... İnsanlar modern, kadınlar rahat, İstanbul gibiydi her şey. Uzun süre Rumlar yaşamış, dolayısıyla bir Avrupalılık gelmişti." Nazilli yıllarını büyük bir mutlulukla anımsıyor Nevvare hanım.
O yıllarda her kesimde ortaya çıkan örgütlenme isteği öğretmenler arasında da yankısını bulur. Öğretmenler sendikal bir yapılanma etrafında TÖS’te (Türkiye Öğretmenler Sendikası) örgütlenirler. Bu arada Nevvare hanımın Edirne’ye tayini çıkar.

TÖS ve TÖB-DER Yılları

"Edirne’ye gittiğimin onuncu günüydü, Federasyon, TÖS’e çevrilmişti. TÖS’de seçimler var o sırada. Tahtaya ‘kim aday olur’ diye yazılıyor. Eşim dedi ki ‘sen de yazdır ismini’. ‘Yok ben istemem, ben yapamam’ dedim, ‘yaparsın’ dedi. TÖS’ün ne olduğunu da bilmiyorum. Kaldırdım elimi. Bayıldılar, hemen ismimi yazdılar ve bayan olduğum için hemen beni başkan seçtiler."
Marks, Engels Ve Lenin

TÖS il temsilcileri Ankara’ya çağrılır. "Genel Kurul yapılacak, bütün illerden gelenler hem tanışacak hem de programı, tüzüğü inceleyeceklerdi. 1966 yılı yaz ayıydı. Fakir Baykurt, Köy Enstitüsü kökenliydi ve sendikanın başkanıydı. Bindik trene. Pulman koltukta herkes, kendi grubunu kurmuş hararetle okudukları kitapların satırlarını çiziyorlardı. Ben tek kaldım, elimde bir roman onu okuyorum. Kime kulak kabartsam politika yapıyor, hiç kimse öğretmenlerin özgül haklarına ilişkin tek bir laf etmiyordu. Hep böyle; Leninler, Markslar, Engelsler… kim ne demiş? Bana dönüp ‘hangi zamanda kaldın?’ diyorlardı."
12 Mart askeri darbesi sonrasında hakkında dava açılan TÖS kapanır ve mirasını Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) devralır. "Türkiye sözünü kullanamazsınız dediler, Sendikayı da kullanamazsınız. Biz de TÖB yaptık adını: Tüm Öğretmenler Birliği. Yeni bir oluşumdu ama yine fikir zikir aynıydı. Bu sefer ilkokul öğretmenleriyle ortaokul öğretmenleri ayrımı başladı."

1970 Yılı, Devrek’e Sürgün

Edirne’deki evine yapılan polis baskını sonunda yine sürgüne gönderilir Nevvare hanım: "Polisler evde seni bekliyorlar dedi komşular. Gerçekten yedi-sekiz polis böyle bahçe kapısının önünde duruyorlardı. Bahçenin içinde herkes konu komşu ne oluyor şeklinde bakıyorlardı. Müthiş bir baskın. Girdim içeri, ‘bizimle birlikte geleceksiniz’ dediler beni arabaya bindirdiler, ‘ya çocuklarım’ dedim... Emniyete gittik. İyi polis, kötü polis meselesini orada öğrendim. Odaya biri geliyor, gayet sert, ‘Yakarız, yıkarız, mahvederiz’ diyerek tehdit ediyordu. Öbürü ‘hocam ben de hak veriyorum size lütfen konuşun’ diyordu... Biz o gece orada alıkonduk. Çocuklarımı yollamak istediler, çocuklar gitmedi. Bu sefer beni Devrek’e tek başıma tayin ettiler. İstifa eder artık bırakır bu işleri diye düşündüler sanırım. Ben de giderim dedim. Çünkü eşim biz bakarız birbirimize dedi. Devrek’e geldim. Hiç unutmam, Devrek Lisesi’nde ilk derse girdiğimde, ‘Ben sürgün bir öğretmenim çocuklar’ dedim. ‘Sürgün ne demek?’ diye sordular. ‘Sürgün demek idareye karşı koyan, kendi bildiğini, doğruyu söyleyendir’ diyerek durumumu anlatmaya çalıştım. Ben orada aldığım bütün cezaları unuttum ve Devrek’ten ‘gitme hocam’ feryatlarıyla uğurlandım."
Bir yıl içinde Çanakkale/Biga ve tekrar Edirne’ye tayini çıkan Nevvare Erçin 1975 yılında emekli olmaya karar verir: "Erken emekli olup, İstanbul’da İstanbullu gibi yaşamayı istedim. Toplantılar, seminerler, kültür faaliyetleri oldukça iyiydi. Emekli maaşımı maalesef tefeciye kaptırdım. Para işinden anlamıyorum. Ve bu eve işte ilk defa gelişim 1975. O yıldan beri İstanbul’dayım."

Tarlaların Hepsi Birleşse

"Şebinkarahisar’da bir, iki aile vardı, onun dışındakiler İstanbul’a gitmişlerdi. Fakirdi halk. Dut, madımak kuruturlar, yufka yaparlardı. Öyle kasap masap da yoktu manav da. Isıtma derseniz çoğu evlerde tezek yakılırdı. Eşim gitti bir süre sonra. Yalnız kaldım. Hep tetikteyim, her an bir kötü söz işitme, penceremin taşlanması, önümün kesilmesi gibi tehlikelerden korkuyorum, çok gençtim." Bu yıllarda hem eşi Zeynel Bey’in sicilindeki iddialar hem de sınıfta öğrencilerine anlattıkları nedeniyle sık sık teftiş geçirir Nevvare hanım. "Milli Eğitim’den mütemadiyen müfettiş gelirdi, dersime giriyorlardı. Bir şey yakalamak için. Ben de orada gayet saf gibi çocuklar diyordum, mesela şu tarlaların hepsi birleşse, bütün olsa, bakın ne kadar bölünmüş. Bir traktör girse, ürün artsa, o ürün bölüşülse."

Saray Cezaevi

"Kitaplarım ikinci defa alındı. Kitaplarımı almak istedim, yani suçum yoksa geri verilsin diye. Orada hakime hakaretten ufak bir sorun çıktı. Bana da bir ay ceza verdiler. O zaman deniz kenarına gidiyorduk, Tekirdağ’a. Oradan pike, çarşaf aldık. Hapishane malzemesi düzdük, çocuklara ‘İstanbul’a gidiyorum’ dedim, onlardan gizledik. Onlar denize girip çıkarken ben hapishaneye gittim, on beş gün Saray Cezaevi’nde kaldım. Ve o zaman işte, ilk defa ‘öğretmen gelmiş, neden gelmiş?’, ‘solcuymuş’ gibi, yani pek nefretle değil merak ve iyi niyetle, savcı geldi, ‘rahat mısınız hocam, bir istediğiniz var mı?’ diye sordu. Cinayetten yatan dokuz kadın vardı koğuşta. Ben orada dostluğun, iyiliğin çok değişik olduğunu, hapishanedekilerin gösterdiği sevgi ile yaşadım. İyi ki hapse düştüm dedirtecek insanlardı oradakiler."

Görüşmeyi Gerçekleştiren: Hakan Koçak
Görüntü Kaydı: Tamer Üstel
Deşifre, Redaksiyon: Sevil Üzrek
Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli

12 Nisan 2010 Pazartesi

Nebahat Erkal "TÜRKİYE’NİN NE KADAR DEĞİŞTİĞİNİ GÖRDÜM..."





Maliye memuru Ferit Bey ve Nazlı Hanım’ın çocukları olarak 1911’de İstanbul/İstinye’de doğar. Birinci Dünya Savaşı’nın sıkıntılı günlerinde, sokaklarında İngiliz ve İtalyan askerlerinin kol gezdiği işgal İstanbul’unda büyür. Savaş yıllarının ekonomik sıkıntılarından uzak, refah içinde geçer çocukluğu. Üç ağabeyinin ardından okula gitmesi gündeme gelince işler biraz karışır ve babası Nebahat’i okula göndermek istemez.“Paris Academy of Dressmaking”den mezun olur ve terzilik mesleğini seçer. Asker olan eşi Reşat Erkal Bey ile yaptığı evlilikten iki oğlu olur Genco Erkal ve Ferit Erkal. Nişantaşı’nda Rumeli Caddesi’ne bakan evinin salonunda söyleştik Nebahat Erkal ile. Yeşil koltuk takımlarından eski yemek masasına, büyük konsolun üzerindeki eski fotoğraflardan duvardaki yağlıboya portresine kadar, tek başına yaşadığı bu evde, değişen İstanbul’u, modayı, kömür ütülerinin dumanı altındaki terzihaneleri konuştuk...

"Annem Okuttu Beni..."
"Okulun ilk günüydü hiç unutmuyorum. Annem okul çıkışında beni Eminönü İskelesi’nden almaya geldi. Sordu, ‘Nasıl, memnun musun mektepten?’ Ağlar gibi sesler çıkartarak, ‘Anneciğim ben artık mektebe gitmem’ dedim. Başladım ağlamaya. Tuttu beni, şöyle bir döndürdü, ‘Bana bak, eğer eve gittiğimiz zaman babana bir şey dersen, seni öyle bir döverim ki, kalırsan alem beğensin, ölürsen yer beğensin, öldürürüm seni anladın mı?’ dedi."
O akşam babası Ferit beye hiçbir şey söyleyemez Nebahat, böylece şimdiki Kandilli Kız Lisesi’nde ilkokula başlar."Annem o kadar kararlıydı ki beni okutmaya, sen adam olacaksın diyordu, başka bir şey demiyordu... Allah razı olsun diyorum iyi ki böyle bir anam vardı. Beni okuttu. Adam etti. Sonra sekiz sene orada leyli (yatılı) okudum, 1927’de mezun oldum."Eğitimine devam etmeye kararlı olan Nebahat Erkal koleje, ardından da Beyoğlu’ndaki High School’a gider. Liseyi okumadan, bakalorya sınavlarına girip yedi dersten beşinde başarılı olur.
"Terzi Olacağım"
Bir an önce meslek sahibi olmayı aklına koyan Nebahat hanım bu kez babasının karşısına yepyeni bir istekle çıkar: "Sana iki şık söylüyorum, ya üniversiteye göndereceksin beni ya da ben terzi olmak istiyorum. Ama öyle toplama terzilerden olmak istemiyorum, teknik öğrenmeliyim. Beni Avrupa’ya yollayacaksın, orada bir okuldan mezun olacağım."
Uzun tartışmalar sonunda 1934 yılında; üzerinde tüvit paltosu, kahverengi beresiyle Haydarpaşa’dan yola çıkar. Önce Fransa’ya, ardından da İngiltere’ye gider. İngiltere’de bir yıl devam ettiği akademide terziliğin tüm sırlarını öğrenir.
Nebahat hanım 1935’te yurtdışından döner ve atölyesini açar. Yirmi beş liraya kiralar Beyoğlu’ndaki atölyesini. Artık bir terzi olarak, zamanın Jorjet, Fegara, Kalorosi, Katina gibi ünlü terzileriyle rekabet etmek zorundadır."Terzilerden bir Caliba hanım vardı. Caliba hanım hatta benim neonu görmüş de, ‘Kim bu Nebahat’ demiş. ‘Canım,’ demişler, ‘yeni terzi çıktı. Aman! Zengin bir adamın kızı. Çabuk söner.’ Caliba hanım geldi, dikiş diktik ona. Sonra bana, ‘Ben dünyanın her tarafında en büyük terzilerde dikiş diktirdim, her türlü provacıyı gördüm ama senin gibi prova yapanı görmedim‘ dedi hiç unutmam... Hakikaten kumaşın esasını bulur, oturturdum. Benim dikişim katiyen oynamazdı... Zayıfı şişman, şişmanı zayıf gösterirdim. Kumaşı keserken bile iplik çekerdim. Sonra kesimi kimseye bırakmazdım."
Paris Modası
Nebahat hanım 1930’lu yılların modasını yakalamak için sık sık yurtdışına çıkar:
"Senede iki defa Paris’e, Roma’ya, daha çok da Milano’ya giderdim. Model çıkarmak yasaktı Fransa’dan. Yakalanırsan hapse girerdin. Milano’dan alırdım ben de modelleri."
Kolay geçmez o yıllar Nebahat hanım için: "Ellerim nasır oluncaya kadar her şeyi kendim yaptım; nasıl yaptım şimdi şaşırıyorum hakikaten. Ne gecem ne gündüzüm vardı. Çocuklar bir taraftan... Ha bu arada da evlendim."
Bahriyeli Reşat Bey
Nebahat hanım evleniyor... "Zaten tanışıyordum, High School yıllarından. Arnavutköy’de oturuyorduk o zamanlar. Bahriyeli Reşat bey bana göz koymuş... Ben İngiltere’den dönünce bu sefer başladı telefon etmeye. İlle çık. Yok çıkamam ben, öyle dolaşamam filan dedim ama ikna olmadı... Bir kere dışarıya çağırdı beni. Arabayla, Taksim’de Divan Oteli’nin önünden seni alacağım, dedi."
Bu görüşmenin olduğu gün eski Sadrazam Rüştü Paşa’nın torunu Bahriyeli Reşat beyin evlenme teklifine “evet” der Nebahat hanım…
Ancak bu evliliğe babasını ikna etmesi tam üç yılını alır. Sonunda Harbiye Nikah Salonu’nda 21 Nisan 1937’de evlenirler: "Fransa’dan getirmiştim. Saman rengi bir tayyör giydim. Ondan sonra, başımda bir kahverengi şapka... Kahverengi çanta, eldiven. Kahverengi pabuç. Böyle giyindim."
1938’de ilk oğlu, hepimizin yakından tanıdığı ünlü tiyatro oyuncusu Genco Erkal doğar.
Genco’nun Adı Nasıl Kondu?
"Taksim’deki apartmandaydık. Tam böyle doğum üzerine kayınbiraderim geldi. Rengi mengi uçmuş. Hayrola ne oldu sana, dedik. Aman, Küçükpazar’daki kahveye, Deli Genco diye biri geldi. Bıçkın, elinde bıçak herkese saldırdı, ödüm patladı, dedi. Herkes a vah vah filan diyeceğimi zannetti. Ama ben ismi çok beğendiğimi ve oğluma Genco adını koymaya karar verdiğimi söyledim. Çok şaşırdılar. Hatırlıyorum, o zamanlar doğuda Memo, Zeyno, Genco gibi isimler çoktu ama İstanbul’da yoktu. Şimdi çok Genco ismi var."
Eşinin tayini nedeniyle 1941’de Ankara’ya gelen Nebahat hanım başkentte de terziliğe devam eder. İstanbul’a dönüşünde bu kez ünlü terzi Madam Stangali’yle ortak olur: "Stangali öyle bir palto ve tayyör dikerdi ki… Saat beşte Beyoğlu’ndaki Lebon ve Markiz’e çaya gelen güzel giyinmiş beyler ve hanımların üzerinde görebilirdiniz bu giysileri." Bu arada Paris‘e gidip bir elbise diktirmeyi ve konfeksiyonu keşfetmeyi aklına koyar Nebahat hanım. Fransızlar, onun üç dört provada diktiği elbiseyi tek provada teslim edince sistemini değiştirmeye karar verir. Daha az provayla daha çok elbise hazırlamaya başlar. "Beş misli kazandım o zaman. Aynı elektrik, ütü ve kızlarla üç yerine on iki parça çıkarıyordum."
Bir süre sonra bu ortağından ayrılır. 1942’de babasını kaybeder. Aynı yıl ikinci oğlu Ferit doğar.
Altmış Lira Maaş
Frigidare marka buzdolaplarının, Hoover çamaşır makinelerinin yeni yeni evlere girdiği bu yıllarda bir yandan çocuklarını büyütürken, bir yandan da evinin geçimini temin eder.
"Valla eşim altmış lira maaş alırdı, ben işe başladığım zaman. Eski askerler çok az maaş alırdı. Dedim ki ‘Sen, bu parayı al, sigara parası yap, kendi gezmene yol parası yap, ne yaparsan yap.’ Evin işini ben döndürüyorum zaten. Ve nitekim de öyle oldu." “40’lı yılların sonuna doğru, Burgaz Adası’na taşınırlar ailece. Bir süre de adadan işe gelip gider Nebahat hanım. 1956’da terziliği bırakır ve Beyoğlu’ndan ayrılır. Oysa Beyoğlu yakın gelecekte önemli olaylara sahne olacaktır."Ben atölyeyi bıraktıktan sonra dükkanları da, Beyoğlu’nu da bıraktım. Yalnız vizon bir paltom vardı. 6-7 Eylül günü benim Beyoğlu’ndaki kürkçümün her şeyini aldılar, yaktılar, yıktılar. Sonra gittim ona. ‘Gitti senin palton’ diyecek sandım. ‘Ah Nebahat hanım kurtuldu senin palton’ dedi."
Alyans Evler
1960’tan çok önce eşi askerlikten ayrılır. Ancak 1960 darbesinde birçokları gibi o da ordu için seferberliğe katılanlar arasındadır: "İhtilalden sonra işte alyansları topladık, para topladık. Bir çavuşu bize muhtar geldi, o da çalışıyordu, biz de yardım ediyorduk ona. Onlara faydası olur diye alyanslar topluyorduk. Zincirlikuyu’ya evler yapıldı. Güya onlar alyans evleriymiş. Ama doğru mu, değil mi bilmem." Geçen yıllar içinde annesini ve babasını, 1975 yılında eşini kaybeder. Bu arada büyük oğlu Genco Erkal tiyatro sanatçısı olurken küçük oğlu Ferit Erkal ise ekonomi eğitimi görür.
Nebahat hanım bugünlerde Nişantaşı’ndaki evinde oturuyor. İki oğlu ve torunları onu sık sık ziyarete geliyor. O zamanın kadınları daha şık giyiniyor derken haksız değil, artık herkesin ne bulursa onu giydiğini söylüyor...
Dördüncü Kadın Şoför (Kutu)
"Tramvaylarda arada perde vardı, kırmızı perde. İki koltuk önde erkekler için, dört koltuk arkada kadınlar için. Sonra bir şey oldu perdeleri kaldırdılar. Bu sefer babam dedi ki, tramvaya binmeyeceksiniz. Şehzadebaşı’ndaki caminin yanında da atlı arabalar dururdu. Onlara binerdik. Sonra tramvaylar vardı, ardından otobüsler de çalışmaya başladı. Ben ehliyeti, otuz dört senesinde aldım. Dördüncü kadın şoförüyüm İstanbul’un. Üç kadın daha vardı benden evvel almışlar, biri paşanın kızı, bir diğeri belediye başkanının karısı, üçüncüyü hatırlayamıyorum, dördüncü de bendim. Sokaklarda kimse yoktu ki. Şişli’ye kadar evler vardı, ondan sonra ev yoktu ki. Bol bol bahçeler, çay bahçeleri, sonra dut ağaçları alabildiğine gidiyor."
Genco’nun Tiyatro Sevgisi (Kutu)
Robert Kolej yıllarında tiyatro ile ilgilenmeye başlayan Genco Erkal ve arkadaşları "Genç Oyuncular" diye bir grup kurarlar. Fakat babası oğlunun tiyatrocu olmasına karşı çıkar. Nebahat Hanım devreye girer. "Düşündüm, taşındım, sen tiyatrocu olacaksın dedim Genco’ya. Buna karşılık senden üniversite okumanı istiyorum. Ama edebiyat olsun, ama psikoloji olsun. Genco’da bana bir diploma vereceğine söz verdi. Akşam babasına dedim ki Genco kararlı, tıpkı benim babama yaptığım gibi. Kabul etmezsen ve çocuk giderse, ben de giderim... Bu arada Yıldız Kenter, Reşat’la konuşmaya geldi. Genco’yu tutamazsınız, harika bir tiyatrocu olacak dedi."
Kenter’lerle bir süre çalışır Genco Erkal. Daha sonra onlardan ayrılıp "Ankara Sanat" ekibiyle bir araya gelir. Aslında Nebahat hanım oğlunun tiyatroya olan ilgisini yıllar önce fark etmiştir: "Valla işte o zaman Direklerarası vardı. Şehzadebaşı’nda çok güzel etkinlikler olurdu ama biz o kadar gitmezdik. Kısıklı kahvesini hatırlıyorum. Çamlıca Tepesi’ne çıkan yolun üzerinde ablamın evi vardı. Bahçesine İsmail Dümbüllü ve ortaoyuncuları gelirdi. Genco’nun tiyatro sevgisi oradan gelir. Dümbüllü olduğu geceler katiyen uyutamazdık; uyumazdı. Onu da alırdık ve yastıklar koyardık. Toprağa oturur ve oradan seyrederdik ortaoyununu."
Görüşmeyi Gerçekleştiren: Funda Çelebi Çetintaş
Görüntü Kaydı: Fatih Aydoğdu
Deşifre, Redaksiyon: İlker Deniz, İsmail Toksöz
Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli

25 Mart 2010 Perşembe

Altay Gündüz (*) “BİZ DE UMUTLA YAŞIYORUZ”


Altay Gündüz kurmay albay babası İsmail Niyazi Bey ve Fatma Belkıs hanımın ilk çocukları olarak, 1927 yılında İstanbul’da doğar. 1952 Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Fakültesi’ni bitirir. Bir yıl sonra arkeolog olan eşi Özcan Gündüz (Koyunoğlu) ile evlenir.
Altay Gündüz’le edebiyat, sosyoloji, politika, sinema, tarih ve mühendislik üzerine kitaplarla dolu çalışma odasında görüştük. Çocukluğunun geçtiği Beylerbeyi’nden, okuduğu çocuk dergilerine, şehrin geçmişinde kalan sinemalarından İkinci Dünya Savaşı yıllarının İstanbul’unun tasvirlerine kadar geniş bir yelpazede tanıklıklarını bizlerle paylaştı.Babasının asker olması nedeniyle, sürekli yer değiştirmemek için çocukluğunun neredeyse tamamı haminne, büyükanne, büyükbaba ve teyzesiyle birlikte yaşadığı Beylerbeyi’ndeki evde geçer. Altay bey çocukluğunda haminnesinin anlattığı masalları unutmaz ve yıllar sonra onların peşine düşer...
Haminnemin Masalları
"...Haminnem masallar anlatıyor, çok güzel masallar anlatırdı çünkü. O masalları nereden okumuş onu merak ettim ben. Bir gün Tophane’deki evin konsoluna baktım, eski Türkçe resimli masallar... Sonra, çok sonra (öğrendim ki) Aisopos’un (Ezop’un) masallarını anlatıyor bana, düşünebiliyor musun? Veyahut ne bileyim, Grimm kardeşleri... Bunlar demek ki, o zaman eski Türkçe de yayınlanmış, bunlar çıkmış ve bunları okumuşlar..."
Sultan Abdülaziz’in veliahttı Yusuf İzzettin’in varislerinin yurtdışında olmaları nedeniyle o yıllarda hesap işlerini yürütecek dürüst ve yetenekli biri aranır. Şehremini’nin tavsiyesi üzerine Altay beyin büyükbabası önerilir. 1932 yılından sonra büyükbabasının işlerini yürüttüğü Tophane’deki yazıhanesine taşınırlar ailece; artık sadece yaz aylarında Beylerbeyi’ne gelirler. O yıllarda pazartesi günleri büyükbabasının gelişini daha bir heyecanla bekler Altay bey, çünkü: "Pazartesi günleri Çocuk Sesi gazetesi çıkardı, dergi... ‘Bugün nedir Pazartesi, hani bizim Çocuk Sesi’. Şimdi, Çocuk Sesi’nin orta sayfasında, Baytekin... ‘Gökler Hakimi Baytekin’... Flash Gordon (yabancı bir çocuk çizgi kitabı) olarak biliyorsunuz siz onu... Perşembe günleri de Afacan çıkardı benim çocukluğumda. Daha sonra Yavrutürk filan çıktı işte..."
Hizmetçi İdarehanesi
Tophane’de oturdukları 1930’lu yıllarda büyükannesi ve ailede kendini en yakın hissettiği teyzesiyle Beyoğlu’na alışverişe çıktıklarında Altay bey de yanlarında bulunur. Zamanın kumaş, kıyafet ve ayakkabı alınan dükkanlarının pek çoğunu bilir bu nedenle. Teşvikiye’deki evlerine taşındıklarında hizmetçi bulmak için başvurulan bir yer dahi vardır tanıklıkları arasında...
"...Tünel’de hizmetçi idarehanesi vardı: Madam Edit. Madam Edit Musevi’ydi sanıyorum. Basamaklı bir ikinci kat mıydı birinci kat mıydı, teyzemle, büyükannemle giderdik. Bir hole giriyorsun, karşılıklı iskemleler, oraya birtakım kadınlar oturmuş. Onun karşısında da Madam Edit’in odası. Girersin, ‘Buyrun oturun, ne tür bir hizmetçi istiyorsun, nitelikleri ne olsun?’ falan der. O bakar defterine, sana birisini söyler, ya orada varsa çağırır, yoksa ‘Ben sizin adresinize yollayayım’ der. Daha çok Rum hizmetçilerimiz oldu, çünkü orada aşağıdan üç kat kömür taşımak lazımdı, onu kimse yapamazdı, yani ne büyükannem ne haminnem."
Memet Fuat
Yazları gittikleri Beylerbeyi’nin çakıllı sahilinde annesinin ve teyzesinin de çocukluklarında girdikleri gibi beline ip bağlanarak denize girer. Ancak daha sonra lise ikinci sınıfta akciğer iltihaplanması, hemen ardından tüberküloz gibi ağır hastalıklar onu bir yandan sağlığıyla ilgili hep dikkatli olmaya, diğer yandan da kitaplarla yakın dost olmaya teşvik eder. 1943’ten itibaren Mehmet Ali Paşa’nın Ethem Efendi Caddesi’ndeki köşkünün bahçesindeki, felsefe hocası Cemil Sena Ongun’un evini yazları kiralamaya başlarlar. Mehmet Ali Paşa’nın torunu Memet Fuat’la arkadaşlıkları o köşkün bahçesinde başlar...
"Cemil Sena beyin de bir oğlu vardı, flober tüfeği var. Bir gün bir ateş etti, Mehmet Ali Paşa bahçede oturuyormuş, saçmalar onun başına düşmüş. Biraz sonra Memet geldi: ‘Ya dedemin başına bir şeyler düştü, n’apıyorsunuz?’ Memet ile tanışmam öyle oldu. Sonra her yaz onların evine kiracı olarak gittik... Ethem Efendi’den bütün gençler denize giderler, biz Memet ile orada bir yüksek duvar vardı, bir set vardı, oraya yan yana otururuz, Memet’in elinde bir kitap, benim elimde bir kitap, seyrediyoruz yani. Filozofça artık. İkimiz de denize giremiyoruz."
"Anadolu’ya Kaçacağız"
Yazları Ethem Efendi’de geçirdikleri yıllardan önce İkinci Dünya Savaşı başlamıştır. Altay Gündüz İstanbul’un o günlerine ilişkin gözlemlerini anlatır...
"O zaman ben ‘41 senesinde ortaokul üçüncü sınıftayım. Baharda, Almanlar, II. Dünya Savaşı, Bakü’ye gidecekler. İki yoldan gidebilirler, ya Ukrayna’nın o bereketli topraklarından geçecekler ya da Trakya üzerinden gidecekler. Babam da o zamanlar Ankara’da genelkurmaydaydı... İstanbul boşaldı o yaz. Herkes Anadolu’ya gitti, hatta Arkeoloji Müzesi’ndeki bütün o eski eserler kutulandı, ambalaj oldu ve Konya’ya taşındı, bir şey olmasın diye. Ve askerimiz o zamanlar silahları Kurtuluş Savaşı’ndan kalmış silahlar, hiçbir şey yok. Bakın, ben Necatibey Caddesi’nden geçerken bizim askerleri gördüm. Bir kısmı çarıkla gidiyor, nereye gidiyor bunlar, Sirkeci’ye gidiyorlar. Oradan binecekler Trakya’ya sınıra gidecekler, ne kadar kendimizi koruyabilirsek... O yaz, babam dedi ki, siz de Pendik’e gidin yazın. İşgal olursa Trakya’da, biz de Anadolu’ya kaçacağız. Ne olacağımız belli değil çünkü. İstanbul boşaldı."Çocukluğunda yap-boz türü oyuncaklara merakı onun mühendisliğe olan ilgisinin ilk belirtileridir. Tabii babasının doktor ya da mühendis olması konusundaki isteği de etkili olmuştur bu kararında. 1946 yılında Teknik Üniversite’ye girer.

Atatürk Diyor ki…
Memet Fuat ve eşi İzgen hanım vasıtasıyla tanıştığı ve arkadaşlık ettiği Özcan hanıma sohbetli uzun yürüyüşlerinden birinde tam Galata Köprüsü'nün üzerinde evlenme teklif eder. 1953 yılında evlenirler. Özcan hanım mimar Hikmet Koyunoğlu’nun kızıdır. Altay bey Atatürk’ün yakın çevresinden olan kayınpederinin pek çok anısını dinlemiştir..."...Bir gün, Etimesgut Havaalanı. Yeri tespit ediliyor, şimdi Atatürk diyor ki, Hikmet sen de gel mimarsın. Bunlar gidiyorlar, Atatürk diyor ki Etimesgut olsun burası, Hikmet bey de öyle sözünü esirgeyen bir adam değil. Üstelik Atatürk'le tanışıklığı çok eski. Diyor ki, Paşam, burası ahi mesgut... Şimdi Hikmet, orasını karıştırma diyor. Atatürk’ün o zaman ahi mesgut demesinin nedeni bir ulus yaratmak istemesiydi. Peki neden Etiler yerine Hititler demedi... Bilmiyorum..."
Ermeni Ve Rum Ustalar
1950’li yıllarda pek çok meslektaşı müteahhitlik yaparken Altay bey fiilen mühendislik yapar. 1954-1959 yılları arasında Samatya İşçi Sigortaları Kurumu İstanbul Hastanesi’nde kontrol mühendisi olarak çalışır. O yıllarda beraber çalıştığı tecrübeli ustalardan pek çok şey öğrenir..."... Bayburtlular vardı taşçı ustaları... Sarı derdik, bir demircimiz vardı, çok hoş bir çocuktu, genç. Ondan bazı şeylerin nasıl yapıldığını öğrenirdim, mesela öteki tarafta ben o öğrendiğimi satardım. Bak şunu şöyle falan diye yani... Orada da çok deneyimim oldu. Bir de kalfa vardı. Yumurtacı Ligor derlermiş; Ligor Kalfa Rum. Şimdi bu Ligor Kalfa’yı görseniz, böyle takım elbiseyle gelir, gider iş tulumunu giyer. Çok iyi inşaat bilen bir ustaydı. mesela Hikmet beyin de öyle ustaları vardı. O bana bir deneyim oldu... O zaman Rum, Ermeni ustalar çok iyiydi... Yalnız betonarme hesabı yapmak aslında rutin bir hesap, yani her gün oturuyorsunuz elinizde sürgülü cetvel, o zaman kompütür filan yok, onla hesap yapıyorsunuz böyle sıkıcı bir iş yani, ama yapıyorduk, para kazanmak için gerekiyordu."
Seneler Geçiyor…
6-7 Eylül'de yaşanan olaylardan sonra Altay beyin Beyoğlu’nda alışveriş yaptığı pek çok dükkan kapanır, Teknik Üniversiteden Ermeni arkadaşlarının bir kısmı da Kanada’ya göç eder. 1959 yılından itibaren Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlayan Altay bey 1970’li yıllarda üniversitelerdeki gelişmelere de tanık olur. 1978 yılında profesör olduğu, merdivenlerinden çıkarken aklında Ahmet Haşim’in "eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak" dizesini anımsadığı Yıldız Teknik Üniversitesi’nden 1994 yılında emekli olur.
Görüşmemiz sona ererken Altay Gündüz yaşanan tüm acılara rağmen hayatla kurduğu bağı mitolojik bir hikayeden yola çıkarak anlattı: "Prometheos ateşi çalıyor ve Zeus çok kızıyor buna, onu bağlıyorlar bir kayalıklara... Pandora’nın kutusundan bütün kötülükler çıktıktan sonra bir ses geliyor: ‘Ne olur Pandora beni de bırak, bütün kötülükler çıktı ancak ben bazılarını önleyebilirim. Ne olur bana kurtulma şansı ver. Ben umudum’ diye yineledi sözünü. Pandora hafifçe sandığının kapağını araladı, ufacık beyaz bir kelebek sandığın kenarından pencereye doğru gitti. Prometheos kayalara zincirli acı içindeydi. Birdenbire yüreğinde bir hafiflik duydu, elbet bu acının bir sonu var biri gelip beni bundan kurtaracaktır, o anda küçük beyaz bir kelebek göğsünün üzerinden kalktı ve uçup gitti. Umut kelebeği...’ Biz de umutla yaşıyoruz işte. Öyle değil mi?..."
Unutulmayanlar

1937-1946 yılları arasında ortaokul ve liseyi Şişli Terakki Lisesi’nde okur. O yıllardaki okul arkadaşlarını anlatır...
"...Orası Selaniklilerin okuluydu. Çok Selanikli arkadaşım vardır benim... Ortaokulda çeşitli etnik gruptan arkadaşım vardı. Mesela Oscar Muhareski vardı. Oscar Muhareski, babası Polonyalı, annesi Rus, Narmanlı Hanı vardı, Narmanlı Hanı’nda bir avludan girersiniz Beyoğlu’nda... Orada otururlardı... Gidip gelirdim. Sonra Müfit Eden diye bir Selanikli tütüncü zengin bir ailenin çocuğu vardı... Lisedeki arkadaşlarımın bir kısmı, mesela Maryo Kohen vardı falan, onlar Robert Kolej’e gittiler... Kız arkadaşım kadar, şimdi kız arkadaş başka anlama geliyor, öyle değil yani erkek arkadaşım kadar kızlar da vardı... Toni Moskoviç vardı, Antonyo, hep bunlar benim tramvayda, Janet, Toni Moskoviç, Ayla, hep beraber gider gelirdik, Talimhane’de oturduğumuz zaman."
Sinema Kuşu
‘50’li yıllarda sinemaya çok sık gider Altay bey, kendi deyimiyle bazen günde arka arkaya üç film seyreden bir "sinema kuşu"dur...
"...Sinemaya çok giderdim... O zaman en fazla gittiğim sinemalar, bir kere Saray Sineması... Melek, İpek... Melek Sineması’na girerken, sağda köşede Şark Sineması vardı, sonra aşağıda... Elhamra Sineması vardı, sonra Şık Sineması vardı. Şık Sineması da neredeydi biliyor musunuz? Atlas Sineması’na filan gelin, onun altında küçük bir sinemaydı, küçücük de bir balkonu vardı. Orada da çok eski filmler oynardı, yani benim doğum tarihimden önce çekilmiş falan. Bir sürü mesela Şarlo’nun, Buster Keaton’ın falan filmlerini orada gördüm. Bir de Alkazar Sineması benim mesken tuttuğum bir yerdi. Her sinemanın bir de gidilecek yeri vardı. Alkazar Sineması’nın bir parteri vardı. Bir birinci balkonu vardı, bir de ikinci balkonu vardı. İkinci balkon daha gerideydi. En ucuz yeri... Orada balkonuna çıkılır, oturulurdu. Fakat balkon da ikinci balkonun altına oturmayacaksınız, yukardan çiklet atarlar, tükürürler falan, öne oturacaksınız... Alkazar’da otuz iki kısım tekmili birden filmler oynardı."
Oğuz Atay
Yıldız Teknik Üniversitesi Altay Gündüz’ün Oğuz Atay’la yakın arkadaşlığının da başladığı yerdi aynı zamanda..."Öğle tatilinde... Baktım bankta birisi oturuyor öyle, elinde de bir kitap. Kitabın kabını da sarmış bir kağıda, kitap okuyan bir hoca hayret!... Sonradan... Oğuz’la tanıştım yani arkadaş olduk, evimize gelip gitmeye başladı.... Sonra kalktık ‘73 senesinde Oğuz, ben, Özcan, benim Volkswagen bir arabam vardı, Bodrum’a gideceğiz ama bir haftada gittik. Ulaşacak mıyız ulaşmayacak mıyız diye Oğuz söylenip duruyordu yolda. Çünkü, biz bütün o eski yerleri dolaştık. Özcan da arkeolog, bize çok güzel kılavuzluk eder ve tatlı dillidir, anlatır. Ama Bodrum’dan döndük, hatta Yalova’ya geldik. Oğuz sabırsızlandı, Pakize ile yeni tanışmışlar, araba vapuru sırasına girdik. Bu illa bavulunu sürükleye sürükleye bizden önce gidecek, çünkü biz kuyruğun sonundayız. Sonra evlendi Pakize ile. Öyle bir tanışıklığımız oldu. Bize baktı ki aile hayatı başka, uyumlu falan, o onu cezbetti, o yüzden boyuna gelirdi bize, çok sık gelirdi. En sonunda işte üç tane tümör vardı... İkisini alıyorlar, birisi hayati bir merkezde onu alamıyorlar, bir senelik ömür tanıyorlar. O bir sene içerisinde öldü. Korkunç bir hafızası vardı, yani şu kağıt sepeti gibi ne atarsan kalır içeride... 13 Aralık’ta ‘77’de öldü. Kırk üç yaşındaydı öldüğü zaman. Şimdi demek ki altmış sekiz yaşında olacaktı yaşasaydı... Sonra o gün Hilton’da berbere gitmişti. Onun Hilton’da berberi vardı, geldi, arkada bizim yatak odasında uzandı, banyo yaptı, uzandı. Sonra tuvalete gitti. Kapıyı kitleme dedik, o da kızdı, niye dedi, bir gazete aldı ve gitti, adetidir tuvaletlerde bir şeyler okur. Bizim de o zamanlar yanımızda çalışan bir kızcağız var, tembih ettik sen oralarda dolaş ne oluyor falan diye. Bir gürültü duymuş, düşmüş orada ölmüş işte."
(*) Bu görüşme İnşaat Mühendisleri Odası’nın desteği ile gerçekleşmiştir.
Görüntü Kaydı: Fatih Aydoğdu
Deşifre, Redaksiyon: Pelin Başaran, Ülkü Öner, Tacettin Ertuğrul, Şeyda Aksu
Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli

18 Ekim 2009 Pazar




Cahide Eren (Bıçakçı)

İSTASYONLARDA GEÇEN ÖMÜR

Cahide Eren 1917 yılında Burhaniye’de doğar. 1925 yılında ilkokul eğitimini tamamlayamadan ayrılır. 1936 yılında TCDD memur olan Asım Bey ile evlenir. Altı çocuk annesi Cahide Hanım, 1963- 1986 yılları arasında evde örgü örerek ailenin geçimine katkıda bulunur.

Cahide Eren’le eşinin emekli olmadan önce gar şefi olarak çalıştığı Kızıltoprak İstasyonu’nun karşısındaki evinde görüştük. İstasyona bakan pencerenin önündeki koltuğunda, 1917’den bugüne seksen beş yıllık yaşamöyküsünü paylaştı bizlerle. İki gün süren görüşmemiz boyunca bu manzaraya fondaki tren sesi eşlik etti. İlk gün boyunca çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Burhaniye’yi, oradaki yaşamını, ailesini, yetiştiği ortamı anlatan Cahide hanımla, ikinci gün evliliğini, eşinin mesleği nedeniyle dolaştıkları yöreleri, istasyonları, çocuklarını konuştuk:

"Biz Burhaniye’nin en yerli insanlarındanız. Babamın dedesi de orada doğmuş, o evde. Babam da o evde... Evimiz biraz içerlikti, yani sokak kapısından girersin, bahçeden arkadaydı ev. Eskiden ninni söylerlerdi çocuklara, babamın dedesi ‘sokaktan mı duyulsun’ demiş, içerlik yaptırmış evi."

Cahide hanımın evlenmeden önceki soyadı Bıçakçı. Aile bu soyadını dede mesleğinden alıyor. Cahide hanımın dedesi Ahmet Usta, Burhaniye’nin eski bıçakçılarından. Babaannesi Habibe Molla, hafız. Burhaniye’nin hatırı sayılan, sevilen insanlarından. Anne tarafı rençper...

"...Annemin babası, Kara İsmail. Tarlaları vardı, onu ekerlerdi, inekleri vardı, sütünü sağarlardı. ...Biz yukarı mahallede, anne tarafım da aşağı mahallede oturuyordu."

Baba Şükrü bey, Darülfünunu okuduktan sonra, bir süre baba mesleği bıçakçılığı sürdürüyor. Daha sonra tahsil müfettiş şefi olarak çalışmaya başlıyor. Anne Ayşe Dudu ile evlendikten sonra yedi yıl harbe gidiyor. Ayşe hanım, eşi askerdeyken 1912’de ilk kızını dünyaya getiriyor. Eşi askerliğinin beşinci yılında izinli geldiğinde ikinci kızına hamile kalıyor ve 1917’de Cahide hanım dünyaya geliyor. Şükrü bey, Cahide hanımın ifadesiyle her iki kızının da adını Çanakkale Harbi'nden gönderiyor.

"Babam İkinci Kez Evlendi"

Cahide hanım, altı yaşında annesini veremden kaybediyor. Babası altı ay sonra ikinci eşi Ayşe hanımla evleniyor. Bu evlilik, eşini evlendikten bir yıl sonra kaybetmiş olan Ayşe hanımın da ikinci evliliği. Bu evlilikten, Kadriye ve Mualla dünyaya geliyor. Cahide hanımın daha sonraki yaşamında ve çocuklarıyla kurduğu ilişkide babanın ikinci eşiyle geçen yıllar derin iz bırakıyor...
"Evde üvey anne huysuzdu, baba çok sessiz bir insandı, her şeye sabreden biriydi. ...Annem gezmeyi çok severdi, ablam da evlenip gittikten sonra, ben işte yemek yapardım, evi süpürürdüm, bulaşık yıkardım, dantel örerdim, kanaviçe işlerdim. Böyle geçerdi hayatımız. Kardeşlerim okuldan geldi mi onları yedirirdim, giydirirdim. Pek çocukluğumu yaşamadım."

1923’te İlkokula Gidiyor, Ancak Tamamlayamıyor

"Öğretmen beni birinci sınıftan üçe geçiriverdi. Dördü de okudum. Sonra kardeşim dünyaya gelince annem beni okula göndermedi. O zaman tabii eski Türkçe’ydi, sonra onu da unuttum. Evlendik, yeni yazıyı bilmiyordum. Amca (eşi Asım bey), bana harfleri yazdı. O harflerle okumayı, yazmayı öğrendim..." On dokuz yaşına geldiğinde Edremitli Asım beyle evleniyor Cahide hanım. Asım bey, Devlet Demir Yolları’nda memur, İzmir’de görevli... Düğünü, eşinin İzmir’de olması ve izin alamaması nedeniyle biraz aceleye geliyor.

İzmir Fuarı Belimizi Bükerdi

Cahide hanım evlendikten sonra İzmir’e gidiyor. Basmane’de kirada oturuyorlar. O yıllarda İzmir’de tek maaşla oldukça zorlanıyorlar...

"Eşim küçük bir memurdu, azıcık maaş alırdı. Tabii ben oraya gidince hürriyetime kavuştum. Ne kadar Amca (eşi, Asım bey) huysuz, kıskanç olsa da kendi evim deyip mutlu oluyordum. Paramız yoktu sinemaya, tiyatroya... O zaman Elhamra Sineması kırk kuruştu, Melek Sineması otuz kuruştu... O sinemalara bile böyle ayda bir defa gidebilirdik. Her şeyi borç alırdık, aylığı aldık mı kasap borç, bakkal borç, fırın borç. Ondan sonra işte iki buçuk lira para kalırdı. O zaman kordona giderdik, kenarları kirtikli bir kuruşlar vardı, bir kuruşluk çekirdek alırdık..."

"Batasıca Fuar"

İzmir’de ekonomik anlamda bellerini en çok büken şey, İzmir Fuarı olmuş Cahide hanımla Asım beyin..." ...Fuar var ya, o batasıca fuar... Hep söylerim, o fuar olmasaydı bizim yaşantımız daha başka olacaktı... Tam para biriktiririz, acık böyle kırk lira filan para artırırız, bir fuar olur. On altı, on yedi kişi misafir gelir. Annesi kızlarını alır, hısmını, akrabasını alır, benim annem kız kardeşlerimi alır, işte on yedi kişi filan olurduk. Bir kilo ekmek on kuruştu, hammal on tane ekmek getirirdi... Eğer ki biz hemen ara istasyonlara gitseydik, Amca da gayretliydi ben de tutumluydum, halimiz vaktimiz çok şey olurdu... "

İzmir’de, Aydın’da ve sonra tekrar İzmir Çiğli’de geçen dönem aynı zamanda II. Dünya Savaşı yılları...

"Biz böyle akşam oldu mu konu komşu, giyeceklerimizi koyardık torbalara, kapının arkalarına koyardık. Yani gece kaçma şeysi olsun diye... Çiğli’deyken ekmek karne oldu. Ondan sonra işte bize, memurlara yardım yapmaya başladılar. Pirinç, peksimet, şeker veriyorlardı. Amerikan yardımı yağlar, bir de krem peynirleri veriyorlardı. Şimdi onları almaya gittik mi halk bağırıyordu, ‘İnşallah ölü helvalarınız olur’ diye... Tabii halka vermiyorlar, memurlara veriyorlar..."

"Atatürk’ümüz Öldü"

Sözlü tarih görüşmelerinde geçmiş anımsanırken es geçilmeyen, mutlaka dillendirilen anılar oluyor... Bunların başında Atatürk’le ilgili olanlar geliyor. Cahide hanım da sekiz, dokuz yaşında Atatürk’ün Burhaniye’den geçişini ve öldüğü günü anlattı...

"Hanım Teyze vardı. ‘Cahide’m, Cahide’m Atatürk’ümüz ölmüş’ dedi bana. Ay biz nasıl ağlamaya başladık... Amca istasyona gitti, o zaman Zafer Gazetesi, Ülkü Gazetesi, Yeni Asır Gazetesi vardı, böyle dört, beş gazeteyi gönderdi bana. Sabahleyin Amca giderken ‘Cahide, bugün patatesli, etli bir kapama yap’ dedi. Ben de güvecin içine onları koydum, ağzını da böyle hamurla sıvadım, maltızın üstüne koydum. Ama maltızın üstüne de teneke koyacaktım, güveci yakmasın diye. O gazeteler gelince, maltızın üstüne güveci öylece koyuvermişim. Aldım böyle, hem okuyorum hem ağlıyorum, hem okuyorum derken güveç bir patladı. İkiye bölündü, ne eti kaldı, ne patatesi kaldı. Yani Atatürk’ün ölümü böyleydi... Ondan sonra artık on, on beş gün Hilal’e hoparlörler koydular, Atatürk’ün bütün hayatını anlattı. Sonra işte Melek Sineması vardı Basmane’de, oraya Atatürk’ün Dolmabahçe’den Ankara’ya gidişini seyretmeye gittik. Gözlerimiz kan çanağı gibi olmuştu..."

Evlendikten yaklaşık bir yıl sonra ilk çocuğu Oğuz’u doğuruyor Cahide hanım. İlk doğum Burhaniye’de baba evinde ebe yardımı ile gerçekleşiyor. Sonraki beş çocuğunu farklı istasyonlarda yine ebelerle doğuruyor Cahide hanım... İzmir’den sonra 1943’te Söke Moralı’ya, 1945’te Ödemiş Derebastı’ya ve 1947’de Akçay’a tayin oluyor Asım bey...

Hayat Daha Sakin Ve Masrafsız Geçiyor Ara İstasyonlarda...

"Ara istasyonlarda makasçı, hareket memuru, istasyon şefi ile görüşürdük. Pozantı teşkilat istasyonuydu, orada çok ahbap vardı. Bahçelerimiz vardı, ameleler ekerdi. Tavuk yaptık, hindi yaptık, koyun aldık, keçi aldık, sütünü sağdık... Allah’a çok şükür hiç sıkıntı çekmeden geçindik gittik. Hep onlarla uğraşırdık. İşte çocuklarla akşam olurdu. Hiç böyle aman, of yapmadık. Öyle geçerdi günlerimiz..."

1962’de Asım beyin İstanbul’a tayini gündeme geliyor. Karar vermeden önce ailesine danışıyor... "Geldi bize, ‘İstanbul’u istiyor musunuz?’ dedi. Çocuklar istiyoruz dediler. ‘Bakın orda zeytin, ekmek, peynir yemeye razı mısınız, maaşımız yetmeyecek’ dedi. Razıyız dediler. Ondan sonra müracaat etti, tayinimiz çıktı. ‘62’nin 14 Eylül’ünde biz buraya indik. Bizi şurada bir lojman var, oraya verdiler..."

İstanbul’a geldikten sonra çocuklar eğitimlerine devam ederken, Cahide hanım da evde çalışıp para kazanmaya başlıyor... "Burhaniye’de bir zeytinliğim vardı; On üç ağaç. Onu sattım, örgü makinası aldım. ‘63’ten ‘86’ya kadar örgü ördüm. Çocuklarıma faydam oldu..." ‘69’da Asım bey, yaş haddinden emekli oluyor. Ancak çalışmaya devam ediyor...

"Evde kese kağıdı yapmaya başladı. Çalışmasını çok seven bir insandı. Ben de yardımcı oluyordum. Bir adamcağız vardı, gelir kese kağıtlarını alır götürürdü. Sonra bir-iki sene de piyango bileti sattı. Sonra işte memleketten zeytinyağı, siyah zeytin getiriyorduk, müşterilerimiz vardı."

Eşini 1993’te kaybeden Cahide hanım, Kızıltoprak’taki evde yalnız yaşıyor. Kendi evine yakın oturan çocuklarıyla sık sık görüşebiliyor olmaktan dolayı çok mutlu...

"93’ün 3 Mayıs’ında Asım beyi kaybettik. Ondan sonra çocuklarım etrafımda toplandılar. Çocuklarım beni çok sever, ben onları çok severim. Biraz da üvey anneyle büyüdüm ya ben... Onlar geldi mi, onlara bir şey yedirdim mi, kahve yaptım mı çok mutlu olurum..."

“Halk Partiliyiz Diye Sürüldük”

“Akçay’da dört sene kaldık. Halk Partiliydik. Halk Partili diye bizi aldılar, Akçakale’ye sürdüler. Balıkesir’den trene bindik, tam on günde gittik. O zaman böyle kestirmeden gitmezdi. İslahiye, Çobanbey, Halep’e uğrar öyle giderdi. Bazı istasyonlarda vagonumuzu kesiyorlardı. Vagon o akşam orada kalıyor, ertesi gün tekrar başka trene veriyorlardı. Bir koca vagona eşyaları yığardık. Somyaları koyar, kışsa kuzineyi kurar, penceresinden çıkarırdık. Öyle öyle giderdik. Çayı, yemeği hep onun içinde yapardık. İstasyona geldi miydi, Amca alışveriş yapar, etini sebzesini alırdı…”

Savaş Yıları

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Cahide hanımın annesi de Burhaniye’den pirinç, makarna gibi erzaklar gönderiyor… “Bir gün geldim eve, Amca dedi ki ‘Cahide ben bir teneke pirinç sattım. Seni fuarda Çamlık Gazinosu’na Zeki Müren gelecekmiş, oraya götüreceğim.’ Ben böyle pirinci sattım deyince entarimi yırtıverdim, sen pirinci nasıl satarsın diye. Ondan sonra neyse gittik, ona da gittik.”

Görüşmeyi Gerçekleştiren: Funda Çelebi Çetintaş Görüntü Kaydı: Fatih Aydoğdu

Deşifre, Redaksiyon: Sevim Erdem, Tacettin Ertuğrul Yayına Hazırlayan: Tuba Çameli

11 Ekim 2009 Pazar

"YAŞAMI" TARİHİN İÇİNE KATMAK

Bu sayfada yayımlanmış tarih yazılarını sizinle paylaşmak istiyorum.
Gazete yayımlanan ama vakfın ve milliyet'in inadı ile kitap halinde yayımlanmayan
bu yazıların tekrar okunmasına ve böylece aramızdan bir bir giden tanıklara son bir selam vermek istiyorum.
Bu çalışmayı Gülay Kayacan, Ceren Lordoğlu, Sevil Uzrek, Hakan Koçak ve diğer pek çok kişinin emeği ile gerçekleştirildi.

Önsöz

Artık oynanmayan bir çocukluk oyununun, vardiya aralarında yapılan şakaların, radyo başlarında mahallece dinlenen ajansların, dağlar aşılarak gidilen okul yollarının da tarihe dahil olduğu duygusu/tahayyülü bizi yollara düşüren...Biliyoruz ki, insanların yaşamları kıymetlidir ve onları dinlediğimizde beklediğimizden daha fazla şey öğrenir, zenginleşiriz. Dinlediğimiz yaşamları kaydetmek ölümsüz kılar onları! İşte bu bilgilerden oluşan bir arşiv ise bu zenginliği toplumsal bir hazineye dönüştürür.Her hafta Milliyet Pazar sayfalarında konuk olduğunuz Tarihe 1000 Canlı Projesi ile toplumun farklılıklarını, renklerini yansıtacak ve yaşı yetmişin üzerinde olan bin kişiye ait yaşam öykülerini, tanıklıklarını kaydettik.Hedefimiz tarihe başka türlü de bakabilmenin patikalarını oluşturmak; ders kitaplarında yer alan büyük insanların, kahramanlıklarla ve savaşlarla dolu tarihin gerisinde duranı, sıradan insanların yaşamlarını da tarihe dahil etmek. Büyük toplumsal olayların, dönüşümlerin içinde bunları bizzat yaşayan insanların yaşam çizgilerini, onların tüm bunları nasıl tecrübe ettiklerini, yaşadıklarını nasıl anlamlandırıp nasıl aktardıklarını kaydetmek temel amacımız. Projemizin izlediği sözlü tarih yöntemi bugün, tarihin eksik olan büyük resmini, yaşamların bilgisi ile tamamlamak için en önemli araçlardanbiri.Tarihe 1000 Canlı Tanık Projesi boyunca kaynak kişilerimiz yaşamlarını, tanıklıklarını sıkılmadan yeniden yaşayarak, ağlayarak, gülerek, durup düşünerek, öykülerini bir kez daha değerli bularak anlattılar. Evlerinde, villalarda, kapıcı dairelerinde, ayakkabıcı atölyelerinde, huzurevlerinde yaptık görüşmelerimizi. Onlar bizleri yaşamlarına dahil ettiler. Elleriyle yaptıkları pastaları ikram ettiler, fotoğraflarını verdiler, köylerini gezdirip şiirlerini okudular, günlüklerini gösterdiler… Hepsine bir kez daha teşekkürlerimizi sunuyoruz.

"Yaşamı" tarihe katmak için daha görüşülecek çok kaynak kişi var, biliyoruz...